3 Ekim 2016 Pazartesi

Turk Dizileri İle Toplum Muhendisligi

     Dikkat buyurmalisiniz ki, baslikta bile, katiyetle ''Dizilerimiz'' deyimini kullanmaktan bilhassa kacinip ''Turk Dizileri'' deyimini kullanmayi tercihe sayan buldum. Bunun nedeni, bu dizileri kesinlikle benimsemeyisim.
     Bu diziler, pembe dizi gibi ya da oteki yabanci diziler gibi. Inanilmaz bir 'zengin hayat' mefhumu bize alttan alttan pompalanmaya calisiliyor. Adeta altindan tepsiler, altindan musluklar, her evin olmazsa olmazi bir havuz, gozumuze sokulan ickiler, simarik genclerin altindaki son model arabalar, soforlu otomobiller, koca koca holdingler vesair. Amerikan ve Ingiliz dizileriyle hicbir sekilde kiyaslamiyorum; cunku bazi temel istisnalar disinda, o ulkelerin dizilerinde boyle seylere pek rastlamiyoruz.
     Maalesef 2000 sonrasi Turk dizileri, birkac istisna disinda sinifta kalmistir. Istisnalar da kaideyi bozamadigi da herkesin malumudur. Senaryolarin kitligi, gozumuze gozumuze sokulan zengin-fakir ucurumu, kurgularin rezil olmasi, yaraticiligin sifir olmasi, birbirinin kopyasi senaryolar, dizinin merkezinde sadece entrika ve askin soz konusu olmasi gibi faktorler, Turk dizilerini pespaye ve muptezel kilmistir. Biz boyle degiliz, biz aileyiz, biz icteniz. Bizde bir mahalle kulturu vardir; ancak bu dizilerde ben bu gerceklere hic mi hic rastlamiyorum! Zengin oglanin, fakir kiza yahut zengin kizin fakir oglana askini baskalarina yutturabilirsiniz; fakat ben ve benimle hemfikir olan insanlar bu oyuna gelmiyor ve gelmeyecek!
     Turk dizileri, Turk aile yapisina kesinlikle asina degil ve toplumu da yansitmaktan oldukca irak. En basitinden, biz aksamlari beraber yemek yiyen, ailecek cay icip biskuvi, pasta vs yiyen insanlariz. O dizilerde yansitilansa, gormek istemeyecegimiz turden seyler; bildiginiz yalanlar ustune.
     Hep dusunurum, bir Super Baba, Mahallenin Muhtarlari, Sicak Saatler, Perihan Abla, Bizimkiler, Cicek Taksi, Kaygisizlar, Aynali Tahir, Ayrilsak da Beraberiz, Baskul Ailesi, Tatli Kaciklar, Cilgin Bedis, Bir Demet Tiyatro, Sidika, Eyvah Babam, Ferhunde Hanimlar, Yazlikcilar nerde derim bir de bu berbat 2000 kusagi diziler nerde diye dusunur dusunur, hayiflanirim.
     Kimyamizi bozuyorlar, bizi gercekligimizden uzaklastirip, surreal aleme sokmaya calisiyorlar; hissettirmeden. Gencleri bozuyorlar. Onlardan ozenti bir toplum olusturuyorlar. Sadece gencleri degil, orta yasli kesimin de dengelerini alt ust ediyorlar. Onlari para muptelasi yapiyorlar. Dunyevi zevkleri, hayatin amaci haline getiriyorlar. Insanlari, doyumsuz kildilar. Bizi, bildiginiz tuketim toplumu haline getirdiler. Uretme cizgisi konusunda da sirazemiz kaydi. Her anlamda sirazemiz kaydi, bendeki de laf mi! Ben artik insanlarin yaslarini bile kestiremiyorum; cunku herkes gitgide birbirine benziyor. Lutfen buna bir dur deyin. Bu berbat dizilere prim vermeyin ne olursunuz. Eski dizilere, her zamankinden daha cok sarilin; simsiki. Asliniza donun; cunku siz o dizilerde bahsedilenler gibi degilsiniz.

Toka

               Gocebe bir tokaydim,
               Sactan saca gecen...
               Tam da bir saca,
               Alistim derken...
               Bir baskasina oluyordum transfer.
               Mutemadiyen takim degistiren futbolcu gibi...
                                                                                                                                                                                   Ama gunun birinde...
               Oyle bir saca baglandim ki...
               Hic ayrilmak istemedim ondan.
               O da bana baglanmis olmali ki,
               Telkin ediyordu sahibine insan gibi,
               Tokalanma arzusunu.
               Sahibinin saci tokalaninca daha guzel oldugunu,
               Bizatihi ona, usta bir tiyatrocuymasina,
               Hissettiriyordu.
               Galiba, sahibi de hoslaniyordu,
               Az biraz sacini toplamaktan, tokalamaktan...
              
               Sahibinin uyanmasindan,
               Gece vaktine kadar,
               Beraberdik hep.
               Diyalog kurmadan da,
               Anlasilabilecegini,
               Ortaya koyuyorduk mukemmelce.
               Ancak o, sahibi yikanmadigi vakit,
               Utanirdi... 
               Kucuk bir cocuk gibi.
               Ammavelakin askin ve sevginin,
               Azili bir teslimiyet ve kabullenme oldugunu,
               Henuz idrak edememisti tam anlamiyla.
               
               Tam da her sey guzel gidiyor derken,
               Sahibi bir gun aldi baska bir toka.
               Ayrilmak istemeyip de, sartlarin zormasiyla,
               Birbirlerine veda etmek zorunda kalan sevgililer gibi,
               Ayrildik...
               
               Belki de o gun dunyada baglanmaktan en haz duydugum seyden,
               Ayrilmak mecburiyetinde kaldim...
               
               Insanlar o denli benciller ki...
               Ask, sevgi gibi guzel duygularin,
               Yanilsamasini yasiyorlar, sadece kendilerine ait oldugu...

               Duygulari oldugunu unutuyorlar nesnelerinin.
               Cinslerine ve dogaya deger vermiyorlar ki,
               Nesnelerine versinler...
               Aslinda bunu biraz da biz tokalarin,
               Baglamak lazim bedbahtligina.

               Yasadiklarim, kaderdi, insan literaturunde.
               Ancak kadersizlikti, bizim yazinimizda da.

               
               
               

8 Eylül 2016 Perşembe

Beethoven

     Muzigin efendisi, ilahi, tanrisi...
     1770'te Almanya'nin Bonn sehrinde tipki digerleri gibi bir cocuk dogmustur; ancak bu cocuk, yetenegi sayesinde digerlerinden epey sivrilecek ve tum dunya onu bilecek, yuzyillar boyu guzelce anilacak, sevilecektir.Kim mi? Ludwig Van Beethoven. Mozart'in su sozleri, onun sanini algilayabilmemizde muthis bir ipucu olacaktir: '' Bu cocuga iyi bakin! Niye mi? Gunun birinde onu butun dunya taniyacaktir! ''
     Muzige kucuk yaslarda babasinin bir komutan edasiyla ona dersler ask etmesiyle baslar. Babasi, Beethoven'a bir askermiscesine muamele eder. Beethoven kah aglayarak, kah zorlanarak derslerine devam eder. Beethoven'in omuzlarina daha ufak olmasina karsin agir bir yuk binmistir. Kiliselerde piyano calarak evine ekonomik anlamda katkida bulunur.
     Profesyonel anlamda ilk muzik egitimini ise Christian Gottlob Neefe'den almistir. 1783'te ilk eseri olan Dressler'in Marsi Uzerine Cesitlemeler'i yayinladi. Ardindan Kolt Walstein'in hizmetine girdi. Onun icin viyola caldi... 1786'da ise Franz Joseph Haydn'in tavsiyesi uzerine bir baska muzik dehasi olan Wolfgang Amadeus Mozart'tan dersler almaya baslamistir. Gercek anlamda yetenegini ilk kesfedecek ve onun hakkinda 'dahi' yakistirmasi yapacak kadar ileriye gidecek olan da Mozart'tan baskasi degildir.
     Kendisi, bilahare Viyana'da, saraylarda, aristokratlar icin caldi. Ilk etapta kendisini bir piyano ogretmeni olarak tanitti. Oldukca kisa zamanda ununu yasadigi yerde yaymayi basardi.
     Beethoven, 1800'lerin basina dogru isitme rahatsizliklari yasamaya basladi. Zaten sancili gecirdigi bir cocukluk vardi, bir de yasadigi bu isitme problemi, enikonu butun sorunlarina tuz biber oldu... O, oldukca yalniz hisseden, kendini bildi bileli derin huzunler deryasinin icinde bulan bir dehadir. En fenasi da bu meselelerin arasinda annesinin olumunun soz konusu olmasiydi. Annesinin olumuyle beraber iyiden iyiye hircin, sinirli bir kisilige burundu. Zaten yalniz bir insan olan Beethoven, daha da yalnizlasti; ama mucadelesinden bir an olsun odun vermedi. Surekli uretti.
     1819'da tamamen sagir oldu. En onemlisi ve de en ilginci: eserlerinin ekseriyetini sagir oldugu donemde ortaya cikarmasiydi. Deha olmasinin altindaki sir perdesi, onun inatci, hayatin gucluklerine kolay kolay boyun egmeyen yapida bir insan olmasidir.
     Beethoven'in hayatini derinlemesine degistiren bir sey var ki: o da Goethe ile olan ahbapligidir. Goethe ile tanismasinin ardindan onunla uzunca yuruyusler yapmistir. Ikisi de birbirine cokca sey katmislardir anlasmalarinin zorluguna ragmen. Ancak Beethoven'in sert mizaci ikilinin aralarinin acilmasina neden olmus ve dostluklari sona ermistir...
     Beethoven, cagdaslarina gore cok farkli bir muzisyendir. Hatta kendisinden sonra yasayan muzisyenlerden bile farkli bir yeri olmustur daima. 9 senfoni, 5 piyano ve 1 keman koncertosu, 32 piyano sonati, piyano keman cello icin uclu koncerto, 1 opera eseri ve cokca oda muzigi eseri yazmistir. Onun bunca eser yazmasi, tanri vergisi yeteneginin, ustun tekniginin, kavrayis gucunun, hayatinin acilarini cokca tatmasinin bir sonucudur. Ona bunca eser yaraticiligini, acilari verdi belki de kim bilir. Yani daha dogrusu o acilarin verdigi bir katlanma, dayanma, azgin bir mucadele etme gucu...
     Bana sorarsiniz, eserlerinin cogunlugunun altinda hicbir sekilde mutluluk yatmiyor. Hemen hemen bircok eserinde aci, ofke, mucadelenin oldugunu dile getirebilirim. Beethoven dinledigim her seferinde, icimde mutluluk varsa bile bu mutluluk yerini behemehal mutsuzluga birakiyor. Beethoven o muhtesem eserleriyle adeta ruhumu berhava ediyor. Onun eserlerinin ekseriyasinda sanki gizli bir huzursuzluk ve dinginlik hakim. Yapitlarini dinlerken sanki aniden, bizatihi kotu bir sey olacakmis hissine kapilmamak mumkun degil; ancak yine de onu ve eserlerini cok seviyorum. Beethoven olmasaydi sayet, belki de klasik muzigi hic dinlemeyecek, en onemlisi hic sevemeyecektim; klasik muzigi birakin belki dunyada en sevdigim aktivite olan muzigi bile sevmeyecektim. Inanin, dunyadaki hicbir muzisyen, Beethoven'in yanindan bile gecemez, onun kadar farkli duygulari birarada tattiramaz... Ben, muzikte aradigim farkliligi Beethoven'da buldum diyebilirim... En basitinden, azili suclu Alex Delarge'in bile suclu kisiligini, bitmek tukenmeyen Beethoven sevgisinin absorbe etmesi, onu adi suclu kategorisinden cikarmamiza bir neden teskil ediyor. Beethoven sevgisi, onu farkli kiliyor. Beethoven, sadece Alex'i mi farkli kaldi? O, kendisini dinleyen herkesi farkli kildi.
     Iste bu dehanin firtinali yasami, 1830'da, 30.000 kisinin muthis ugurlamasiyla son buldu. Insanlik, bu buyuk muzik adamina gorkemli bir veda sunmustu, daha once kimseye sunmadiklari...
     Elli yedi yillik bir yasam, dolu dolu bir yasam. Kimine gore kisa, kimine gore uzun. Bana gore oldukca kisa. Keske daha fazla yasasaydin Beethoven. Keske daha cok eserine gark olabilseydik.
     Sen ne buyuk bir adamsin ki, hala en iyi sekilde aniliyorsun. Belki fiziken yoksun; fakat ruhen bizlesin. Iste kitleleri etkilemek budur. Cocuklarin, hala kendini buyuk bir sevkle dinletiyor.
   
    
   

Hicbir Zaman Eskisi Gibi Olmaz

     "Degismeyen tek sey degisimin kendisidir." ne kadar guzel laf, hayati bizatihi ozetleyen.
Hayat, oylesine bir hizla degisiyor ki bazen bunu fark edemiyoruz... Bu hiza yetisemiyoruz... Yetismemiz pek de mumkun degil ya zaten... Bu kursun hizindaki degisim, o cok sevdigimiz ani yasamak deyimini bile hakikaten yasamamiza musaade etmiyor.
     En basitinden, evimin karsisindaki cinar agaci, sogut agaci eski cinar ve sogut degiller, cok yaslilar. Ne sevgiler eski sevgi, ne asklar eski ask. O muhtesem siradanligin, dogalligin yerini git gide bayagilik almakta... Etrafimdaki insanlar, eski tanidigim insanlar degiller, hem de hic. Su anin sokaklarinda gordugum insanlarla, birkac yil oncenin sokaklarinda gordugum insanlar arasinda daglar kadar fark var. Ankara ve mekanlari, eski Ankara ve mekanlari degil. Ankara'yi birakin Turkiye eski Turkiye degil. Su birkac gunde bile farklilasan cok sey soz konusu oldu. En onemlisi ben eski ben degil. Her gecen gun biraz daha olgunlastigimi hissediyorum, yasimin ve tecrubelerimin verdigi yetkiye dayanarak... Su kucuk zaman diliminde 'degismez bu ya' dedigim ne varsa degisti. Buyuk konusmayin, hayatta her sey degisebilir. Hayat, ayni kalmayi kaldiramayan bir mizacta; o degisime asik, o degisimin esiri.
     Degisimin ne kadar gerekli oldugunu bilmeme karsin, sanirim dunya uzerinde 'degisim' den en nefret eden kisi benim. Her zaman, her an ve her yerde eskiyi arar gozlerim... Bulamayinca da kahrolurum. Keske her sey ayni kalsa... Zaman denen mefhum, hicbir seyi degistirmese... Eylemsizlik prensibi zamanda da etkisini gosterse keske.: ama ne var ki zaman, kalp gibi surekli atmakta, kalp nasil durmuyorsa zaman da bir an olsun durmuyor ve zaman degisimi beraberinde getiriyor...
     Agzimdaki baklayi cikariyorum: keske seksenlere, doksanlara donsek ve oradan hic cikamasak. Ikibinlere hic girmesek, ikibinlere tam giris yaptigimiz an kasedin stop yapmasi gibi bir stoplanma olsa ve seksenlerin, doksanlarin o guzel melodilerini tekrar playleyebilsek. O guzel besteleri, gufteleri bastan tadabilsek... Ama zaman cok guclu bir caglayan gibi ve beraberinde bir cok seyi de surukluyor. Degisim de bunlardan biri...  '' Kelebek bir kanatlandi mi, bir daha asla tirtil haline gelmez.''
     Bir sairin dedigi en guzel sacmalik da: '' Kendini oldugun gibi kabul ettikten sonra degisebilmendir." Evet... Biz buyuz. Bizim ozumuzde var degisim. Ona karsi gelemeyiz...
     Kisacasi, Koray Candemir'in sarkisinda da dedigi gibi: '' Hicbir Zaman Eskisi Gibi Olmaz! ''
   

7 Eylül 2016 Çarşamba

Koku

     Dunya uzerinde milyon tane koku vardir, her biri farkli esanstadir. Ama herkes icin oyle ozel bir koku vardir ki, o bu gezegen uzerindeki bana kalirsa en nefis, en icsel, en en guzel kokudur. Sevdiginin kokusu...
     Asik oldugunun kokusu, bazen sana sah damarindan bile yakin, bazense hic olmadigi kadar uzak. Elbette sansli olanlar, an be an, gun be gun, ay be ay, yil be yil bu kokuyu derinlemesine iclerine nufuz eylemekteler. Ne yazik ki sanssiz olanlarimiza, ayda yilda bir tesaduf ederse ancak, o ozel, o mis koku, onlarin burunlarinda hasil olmakta. Bu bile, onlar icin gercekten buyuk sansin otesinde, bir lutuf; belki de bir nimet.
     En guzeli de: onun o harikulade kokusunu icine cekip, onu belki de dunyanin en naif, en tatli sedasina sahip opucuk sesinin; bazilari icin oldukca siradanlasan, bazilari icinse inanilmazlasan sesiyle opmek... Dunya uzerindeki hicbir eylem, bu denli zaman durdurucu, bu denli samimi, belki de oylesine gorkemli olamaz...
     Inanin, karsinizdakinin kokusunu icinize cekmeden, onu sindirmeden, onu tanimadan, dunyanin hicbir anlami yok; cunku onu bir kere tanimayagorun, unutamiyorsunuz. Bazen sevdiginiz, akliniza gelmiyor, onu canlandiramiyorsunuz; ancak kokusunu burnunuzdan ziyade yureginizde, her daim duyumsuyorsunuz. Siz unutsaniz bile, yureginiz unutmuyor. Bir de goruntunun seytan suretinde peydah olma olasiligi da var hic suphesiz; fakat kokunun zebani kokusu olma ihtimali ise sifir. Goruntuler bazan bir yanilsama, bir illuzyon yaratabiliyor. Kokuda bu duruma rastlanmaz. Koku aldatmaz... Kisacasi, gorme duyusunun, koklama duyusu karsisindaki mutlak ve ebedi yenilgisi...
     Kokusunun, burnunuzdan hic eksik olmamasi dilegiyle.

4 Eylül 2016 Pazar

İstemek

     Arthur Schopenhauer der ki: " İnsanlar dunyayi akillariyla kurmuslardir; fakat dunyanin yoneteni bedenleridir."
     Evet, Kant icin akil neyse Schopenhauer icin de akil odur. Ne var ki Schopenhauer, bizleri esas yonlendirenin, aklimizdan ziyade isteklerimizin oldugunu iddia eder. Ne yazik ki bu dogrudur, en azindan gunumuzde yasayan insan icin...
     İnsanoglu, aklini cok guzel kullanabiliyor, onu guzel tatbik edebiliyor; fakat biraz da bosunalik icin. Kendi nefsi icin. Emrah Serbes'in dedigi gibi isteklerin istekleri dogurdugunu bilmelerine ragmen...
     İstek, kadin gibidir. Prezervatif kullanmazsan basina bela acar...
     Dunya'da kisir olmalarini en cok istedigim seyler: bitmek tukenmek bilmeyen isteklerimiz; ancak bu pek de mumkun gorunmuyor tabii... Aslinda her sey koca bir ' Hayir ' a bakiyor sayin seyirciler. Ama buna ragmen biz oyle bir alismisiz ki evete, tipki Yes Man'deki gibi her seye evet deme ihtiyaci hissediyoruz, buna kendimizi zorluyoruz. Lanet olasi evetin olmusuz azili muptelalari...
     Hep daha fazlasini arzuluyoruz, kucuk seylerle mutlu olabilmeyi unutmusuz. Arzu ettigimiz bir sey realize olsa bile, aslinda tam anlamiyla mutlu olmuyoruz. Sadece anlik bir mutluluk iluzyonu yasiyor ya da mutluluk oyunu oynuyoruz. Mutluluk beceriksizleriyiz. Aslinda dunyada en kolay sey, mutlu olabilmek; ama biz zoru basarip kendimizi daima mutsuz kiliyoruz. Niye mi? Cunku, hep istiyoruz... Hep istiyoruz; fakat verniyoruz.
     Elias Canetti'nin de dedigi gibi, '' Paraya alismis bir insan, onun deger kaybini kendi kaybi olarak telakki eder.''
     Sizlere, isteklerinizi sinirlayin demeyecegim, hepimizin her daim daha fazlasini isteyeceni adim gibi bildigimden mutevellit. Adem'den beridir boyle.

1 Eylül 2016 Perşembe

Sokak

     Bana en misafirperver kimdir yahut nedir diye soruldugunda, hic suphesiz ''sokak" yanitini veririm. Ev yanitini dogrudan veremem; cunku evlerimizde illaki bir bedel karsiliginda barinabiliyoruz... Sokaklarsa, isteyen herkese kol kanat gerebilir: kah kucuk denilebilecek yasta, oyun caginda cocuklara, yurumek, oturmak, dinlenmek, eglenmek, muhabbetin dibini gormek isteyen her yasta kisiye, yagmurda islanmak ya da karda donmak uzere olan bir kimsesize; en guzeli de her turden hayvana... Cocuklarin sevimli fakat belli bir noktadan sonra insanda kafa denen seyi birakmayan cigliklarini ceker, kimsesize dort mevsim barinak olur, yeri geldiginde kavga ceker, belediyelerin bitmek tukenmek bilmeyen altyapi sorunlarini ceker, bilimum bagiris cagiris ceker, cesitli doga olaylarini ceker... Boyle seyler soz konusu olsa bile yine de gikini cikarmaz. Dedim ya; cunku o en misafirperverdir...
     Sokaklarimiz, tecrubedir, ketumdur, en iyi gozlemcidir, en iyi dinleyicidir. Onlar, yasli bir bilge gibidir, birikimlidir. Sorsaniz bizden daha cok bilmis, gormus vaziyettedirler; ancak iyi bir ozellikleri daha: cok alcakgonullu olmalaridir. Adeta dilleri yoktur. En sirdas dosttan daha sirdaslardir.
     Bana gore ise dunyanin en guzel sokagi: bizim sokaktir. Simsek Sokak. Cunku, o benim kucuklugume, ergenligime, simdime, en guzel dostluklarima, en komik anlarima, en sir dolu anlarima, hep aradigim o efsanevi nostaljiye, sokagimizda yasayan digerlerinin bu tarz anlarina en iyi sekilde taniklik etti. Kimi zaman da yoldaslik, yarenlik etti.
     Dunyanin en guzel ve de en unlu sokaklarini getirin, yine de bizim sokakla boy olcusemezler. 221b Baker Street, Abbey Road gibi... Sohret ariyorsaniz, bizim sokak da bir parca sohret. Mevcut Cumhurbaskani'na hakkinda ortaya atilan iddialara ragmen zamaninda ev sahipligi yapti, Rahmetli Demirel'e ve dahi Kenan Evren'e bizatihi ona darbeci demeden agirlamayi bildi. Bununla da kalir mi? Sokagim, cesitli dizi cekimlerine de davetkarlik yapti. Tabii onun yerine, set oyuncularindan imzayi biz istedik; cunku o, imza istemeyecek kadar cekingen ve de sessiz.
     Sokagim, dunyanin belki de en yakisikli, en guzel sokagi... Boylu boyunca ve karsilikli uzanan adeta tarihi niteligi enikonu peydah olmus guzel evleri, ortasinda da bir o kadar yasli agaclariyla vaki olan korulugu, sokagima o yaslilara has bir cekicilik katmakta; ancak bu guzelligi yerle yeksan eden sey varsa, o da henuz yapilan rezidans ve en az 10 yil evvelce yapilan hastane'dir. Bu anlattigim guzelliklerin icine etmeyi basardilar, bir kac kurus rant ugruna. Kapitalizm degil mi iste, kaynagi yani para olsun, bir parca guzellik bile umrunda olmaz; iktifa etmeyi bile bilmez!
     Hastane, rezidans yuzunden sokagimin huzur dolu sessizligi, havaya ucup karisti... Eskiden, sakinlerinin tamaminin birbirini tanidigi o guzel sokak, simdilerde hastaneye ya da rezidansa gelen 3.tekil sahislara da ev sahipligi yapmaya basladi. Kimin eli kimin cebinde hesabi biraz da. Kiskaniyor muyum? Belki bir parca; ama biliyorum ki bu durum, yazimin basinda belirttigim gibi o muthis 'misafirperverligi' nden ileri geliyor.
     Kahrolasi kapitalizm bos kalir mi hic? Hastane bitti, gorkemli yapi bitti simdi de, guzel sokagimizin hem ismini hem 'sokak' olma vasfini elinden almaya calisiyor. Acgozlulugun yetmedi mi be lanet olasi kapitalizm? Sokagimiz, caddeye evrilirse o guzel yalinligi, nevi sahsina munhasirligi ne yazik iyiden iyiye igfal olacak; bu da sonun baslangici olacak, ne yazik ki. Emin olun sokagim, oylesine vakur oylesine magrur ki,bunu da yasinin verdigi tecrubenin bir getirisi olarak, olgunlukla karsilayacaktir; cunku o kapitalizm gibi acgozlu, saldirgan, azla kanaat etmez, yirtik degil. O, anadolu koylusu gibi mazlum, boynu bukuk bir zavalli. Ses cikarmayinca ustune gidilen kucuk bir cocuk gibi...
     Sokaklarinizi sevin ve onlari koruyun. Onlar cok yasli ve korunmaya muhtaclar, tipki kendi yaslilarimiz gibi...
   

12 Ağustos 2016 Cuma

Ev

     ''Kendinize en çok benzeyen şey ne?'' diye sorulacak olursa tereddüt etmeden 'evim' cevabını veririm; öyle ki evlerimiz bizlerden türlü parça taşımaktan ziyade, doğrudan bizim birer aynamız, yansımamız, ilüzyonumuz.
     Evlerimiz, barınağımız; konfor kaynağımız. Varoluşumuzun, yalnızlığımızın olmazsa olmazı. Kendimize ait evimiz olmasa barınmamız zorlaşır, rahatlığımız asgari, optimal seviyede seyretmezdi. Varoluşumuzu adam gibi tadamaz, yalnızlığın ne kadar güzel bir şey olduğunu anlayamazdık. Çin gibi kalabalık bir ülkede yaşadığınızı ve dışarıda da birsürü insanı tahayyül edin; ancak güzel bir 'ev'iniz varsa bu kalabalığın yarattığı kahrolası sıkıntılar mevzubahis bile olamaz. Evinizde varoluşunuzun ve yalnızlığın o zarif gizemini, sancılı; fakat bir o kadar tatlı zevkini dibine kadar tadarsınız. Rahatlıkla tribe girebilirsiniz...
     ''Evim evim güzel evim'' şeklinde bir söylem vardır. İnanın bu güzel lafı, dünyadaki hiçbir söze değişmem; çünkü bu kısa ve büyülü laf, içerisinde birçok güzelliği, sürprizi, keyfi, acıyı, sevgiyi, aşkı, bilgeliği, aile sevgisini, dostluğu, vesairi barındırıyor. Bundan ötesi mi var?
     Evlerimiz, son derece gizseldir. Sadece bize aittir. Dışarıda yapamayacağımız tonla şeyi evlerimizde rahatlıkla icra eyleyebiliriz.
     Evler, ailelerin, yıkılmaz kaleleridir. Birlik, beraberligin, en şanlı bayrağıdır.
     Evlerimiz, bizim ruhsal durumlarımıza, kişiliğimize, benliğimize adeta 'ayna' olur. Kendi zevklerimizi, dairelerimize güzelce angaje edebiliriz. Kah dağınıktır, kah derli topludur; fakat yine de bir düzen peydah olmuştur. Kaotik bir ortam da olsa, düzenli bir ortam da olsa ev, evdir. Düzen yansımasıdır.
     Bazan mutluluğa açılan kapı, bazense mutsuzluğa açılan sakil, çakıllı bir yol. Kimisi, evine gittiği vakit lanet eder, kimiyse evine gittiğinde şükreder ve oh be evime geldim der. Bu anlamda da dünyadaki en müthiş bir tezattır.
     Ne olursa olsun, evlerimizde korunmuş ve güvende hissederiz. Dış kapıyı kapattığınız vakit, dışarıdan gelebilecek mevcut tehlikeler de artık sürklase olmuştur. İçiniz rahattır, uyursunuz. Hadi iyi uykular...
     Dışarıdakiler inanılmaz üşürken, donarken, titrerken, yağmura tutulurken, doluya yakalanırken; eğer ki siz, evinizdeyseniz bu zor durumlarla baş etmek durumunda kalmazsınız. Dışarıdayken yağmur, kar, sizin için kötüdür, ıslanır, donar ve sonunda üşütür, hasta olursunuz; ancak evinizdeyseniz yağmur, kar, vesaire sizin için dünyanın en güzel olayları, vazgeçilmez zevkleridir.. Sıcacık evlerinizde oturur, yağmuru güzel bir kızmışçasına çay ve kahve eşliğinde izler veyahut bir soprano dinler gibi zevk ala ala pencerelerimize, yola düşen damlaların çıkarttığı o muhteşem ahenkli sedayı dinlersiniz...
     Ancak en kötü senaryo, o mahrem, sıcacık, sevgi dolu, yalnızlık, güzellik, kalite ve 'biz' kokan evlerimizden uzaklaşınca vaki olur. Onu, bir sevgiliyi özler gibi özleriz. Aslında özlediğimiz, kendimizdir ya o da ayrı mevzuu; ama lanet olsun ki özleriz. Dostoyevski, demiş ya: ''Bir şeyin kadrini, kıymetini, o elimizden çıkınca ya da hepten kaybettiğimizde anlarız.'' diye. Aynen de öyle. Evimizden biraz olsun uzaklaşmayagörelim, kadri ve de kıymeti yüreklerimizde tecessür eder. Onlar, münevverlerdir. Aslında tam olarak, yalnızlık da yaşanmaz ya, evlerimizdeyken; çünkü içimizdekileri, su misali ona akıtıveririz. En kötü ihtimalle, duvarları dost ediniriz. Bize tavsiye veremez; en azından bir şey söylemesini ricaminnet ederiz. Onu bile yapmaz! Ammavelakin, dinler de dinler. O bile yeterdir. Aslında, o, bizden başkası değildir ya!
     Ben de bu satırları, güzel ve tatlı evimde yazdım. Sefasını da sürüyorum, cefasını da bir güzel çekiyorum, her şeye rağmen evim olduğu için de Allah'ıma şükürlerimi sunuyorum.
     Canım ev'im, iyi ki varsın, seni seviyorum!

Kaynakça:
1)Ot Dergisi
    

11 Ağustos 2016 Perşembe

Bir Çengelköy Masalı...Süper Baba...

     Bazan öyle güzel rüyalar görürüz, görürüz ki hiç uyanmak istemeyiz... İşte Süper Baba, böylesine güzel bir rüyaydı Yirmi Beş Eylül 1993'te başlayıp, Altı Haziran 1997'de sonlanan...
     Dizi, Müzmin işsiz mi yoksa tek işi, iş aramak mı sorularına bizi gark eden Fikret Aksu yani nam-ı diğer ''Fiko'' (Şevket Altuğ) ve 3 çocuğu ile hayata tutunma çabalarını, kendi aralarındaki ilişkileri-dertleri, Fiko'nun aşk meşk dünyasını, Çengelköy ahalisinin ve esnafının dertlerini, İstanbul sorunlarını kendine odak noktası edinmiştir.
     Fiko, çevresine her zaman yardımsever bir tavır takınan, 3 çocuklu -Alim Aksu (Eray Demirkol), Zeynep Aksu (Yeliz Tozan/Sevinç Erbulak), Mine Aksu (Payende Çizmeci)- müzmin işsiz bir adamdır. Kötürüm ve baş belası eşi Şule'den yıllar evvelce boşanmış ve çocuklarıyla kendine yeter bir hayata başlamıştır. Bu güzel ve dolu hayatın en yakın iştirakçileriyse, kan kardeşlik görevini ihmale getirmeyen, saf, iyiniyetli, yardımsever arkadaş Nihat (Sümer Tilmaç), Fiko'nun ilk aşkı, başınabuyruk, serseri ruhlu kız İpek (Jülide Kural), tam bir kibar İstanbul beyefendisi, babaların babası Rasim Baba (Abdullah Yüce), deniz aşkıyla yanıp tutuşan ve tek aşkı deniz olan Kemal Kaptan (İhsan Bilsev), delifişek, cevval, ailesi için her şeyi göze almaya ve yapmaya hazır ve nazır ağabey Cevdet (Metin Çekmez), tam bir yenge modunda olan (Dilar Saraç), sevimli, tonton, az biraz kurnaz Yakup dede (İhsan Devrim), mahallenin dedikodu küpü, alternatif tıpçılığa ant içmiş; fakat her seferinde başarısızlığa mahkum, namı diğer Efem Sermet (İsmet Ay) ve diğerleri dert ortaklığı, yakındaşlığı biraz olsun ihmale getirmemişlerdir.
     Fiko, hayatını güzel bir şekilde idame ettirirken Şule, yıllar sonra Çengelköy'e gelir; Fiko'nun güç bela tutturduğu düzeni bozmaya onun hayatını cehenneme çevirmeye yeminlidir... Buna bir de hiç unutamadığı ilk aşkı, yıllar sonra Çengelköy'e gelip burada eczane açan ve ağabeyi Nihat ile yaşamaya başlayan İpek eklenince, zaten yeterince menfi olan durum enikonu karışmıştır. Fiko'nun, İpek'e karşı olan hisleri tekrardan canlanmıştır. Vaziyetler iyice karışmıştır; fakat güzel olan hikayeler bizi beklemektedir...
     Dizi, Çengelköy'de çekilmiş ve bu hususta sadece bu güzide semtle iktifa olunmuş. İyi ki de öyle olmuştur. O kadar nefis, o kadar tarih kokan güzel bir semt ki Çengelköy... Çengelköy Sahili, Nihat'ın Kahvesi, Fiko'nun tarihin tozlu sayfaları arasına girmeyi çoktan hak eden yokuşun sonundaki evi, Yakup Dede'nin müzelik arabası, köşebaşı'nda ekstra halk sağlığıyla oynamaya yemin etmiş efem Sermet, neredeyse her akşam yapılan ve başrolünde Rasim Baba'nın olduğu sazlı sözlü eğlenceler...
     Dizi, Çengelköy'ü dolayısıyla İstanbul'u cidden güzel bir şekilde tanıttı. O dönemki haleti ruhiyeyi, esnafın dertlerini, aile hayatını yani bizi anlatışı, aşkı en yalın şekliyle tasvir edişi, İstanbul insanının kibarlığını, zarafetini, harikuladeliğini, içtenliğini en iyi şekilde aktarışı cidden fevkaladenin fevkinde...
      Diziden aklımda yer eden güzellikler: Fiko'nun evden çıkmamak adına ortaya attığı Ethem Dede yatırı. Nihat'ın heyecanlı heyecanlı Fiko'ya koşturuşları. Cevdet'in bir üniforma gibi sırtından hiç düşürmediği yeşil montu. Alim'in şaklabanlıkları. Fiko ile Nihat'ın birbirlerine girmeleri, sonrasında 'Ulan Fiko' minvalinde barışmaları. Fiko'nun önüne gelen hanıma yazması. Yakup Dede'nin makineli tüfek minvalinde laf sokuşları. Sermet'in iflah olmaz bir dedikoducu olması ve sırrın ne demek olduğunu unuturcasına duyduğu her şeyi etrafına yayması. Rasim Baba'nın beyefendiliği, kadirşinaslığı, münevverliği ve o billur sesi. Kurt Cobain'e 'Kürt' diyen dede modeli. Şevval Sam'ın harikulade sesi. O unutulmaz ahşap evde her sabah sıcacık çay lezzetinde yapılan sıcacık kahvaltılar; yanısıra insanın iştahını kabartan, doyasıya yenen akşam sofraları... O dönem yeni yeni popülerleşen, trend olan mavi blue jean'ler. Fiko'nun, Nihat'ın saf sevgi dolu yürekleri. En önemlisi de Cevat Çapan ve Bülent Ortaçgil gibi iki kaliteli insanı bizimle tanış etmesi ve diğer saymadığım yüzlerce güzel an...
      Her izleyişimde o döneme ve o dönemin insanlarına imreniyor, şimdiki zamanaysa; okkalı küfürler savuruyorum. Sanırım dizinin bende bıraktığı tek kötü etki bu. Bu menfi etkinin dışında, diziyi açıp her izlediğimde İstanbul'a, 90'lara zannediyorum biraz daha aşık oluyorum...
      Dizinin bütün bölümleri, hakikaten Amerikan Dizisi tadında. Taş çatlasa kırk beş hadi bilemedin elli dakika... Bu açıdan bakacaksak, hem sıkmıyor hem de izleyici öbür bölümde ne olacağına ilişkin merakla baş başa bırakıyor; ayrıca şahane ve Yeni Türkü imzalı soundtrack albümüyle de görücüye çıkmış ilk Türk dizisidir efenim. Bunu belirtmeden geçemeyeceğim.
      Her bölümü birbirinden güzel. İnanın, şu ana dek, tek bir sıkıcı bölümüne bile rastlamadım. Kimi yerlerinde güldüm; kimi yerlerindeyse ağladım! Gayet tabii ki Osman Sınav bölümleri fazlaca dramla, trajediyle yüklü. Diğer yönetmenlerinse dram, trajedi, komedi, hiciv dengesini biraz daha diri tuttuklarını söyleyebilirim. Bilhassa ilk bölümlerinin daha eğlenceli olduğunu da dile getirebilirim.
      Süper Baba'nın bu kadar tutulmasının hasebi de: 'biz' i anlatması. Her bölümünde enikonu kendimizi görmemiz; daha önce hiç sıcak aile ve arkadaş ortamı tatmamış insanlara, bu sıcak aile ve arkadaş ortamını en güzel şekilde servis etmesi.
      Keşke dizi dört yılla sınırlı kalmasaydı da bizi bu mahveden durumla baş başa bırakmasaydı. Emin olun reytingleri hiç düşmezdi; her cuma bizleri, ekran başına deyim yerindeyse 'kitleme' ye devam ederdi. Gerçekten her bölümü ayrı bir keyif olan en sevdiğim Türk dizisi. Şimdiki Kore çakması, beş para etmez senaryosu olan, yakışıklı-güzel furyalı aptal diziler, Süper Baba'nın yanından bile geçemez. Tek sıkıntı: bazı bölümlerinin vhs kaydının bile olmayışı. Keşke ellerinde süper baba kaydı mahfuz olan bir hayırsever, bir cengaver çıksa da Youtube'a yüklese... Nerede o günler!
      Herkes, bu enfes diziyi seyretmeli; ancak seyretmezseniz, güzel bir dünyadan mahrum kalacağınızı da belirtmek isterim. Masal, için hiç de geç kalmış sayılmazsınız, bunun için büyük de sayılmazsınız. Süper Baba, geçmişe özlemdir, saygıdır, sevgidir, minnettir.
      Bu, güzel diziyi bizlerle paylaşan herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Keşkelerden nefret ediyorum ve 'ama' lardan önce söylenen her şeyin gereksiz kaçtığını da biliyorum; ancak dizi, bugün yayınlanmaya devam etseydi emin olunuz ki reyting rekorları kırmaya devam ederdi. Hiç şüphe yok ki, benim gibi bu tarz dizilere hasret olan epeyce insan var. Onlara selam olsun.
      Şimdi sizleri, diziden bazı karelerle ve olağanüstü güzel soundtrack albümüyle baş başa bırakıyorum. Hoşça kalın...


Deniz-Fiko-Zeynep.

 Fiko, Ethem Dede'yle konuşurken...

Zeynep-Mine-Fiko-Alim.

Yakup Dede...

Rasim Baba...

Fiko, İpek'e vermek istediği; ancak bir türlü veremediği kolye'yi verir.
Fiko, Deniz ve Nihat, eskileri karıştırırken...



Nihat...


Akşam yemekleri, onlarla güzeldi...


İpek-Nihat-Çırak.


İpek-Mine-Aliş-Zeynep-Alim.


Nihat ve Fiko sürekli birbirlerine sataşırlardı; kavga ederlerdi; hatta küserlerdi; ama birbirlerine karşı olan sevgilerinde, dostluklarında hiçbir zaman azalma vaki olmazdı...


Fiko-Yenge-Zeynep-Mine-Alim-Cevdet.


     Bu da muhteşem soundtrack albümünün youtube linki. Lütfen dinleyiniz. Pişman olmayacaksınız...

>> https://www.youtube.com/watch?v=KzL_p_5rJpw

Kaynakça:
1)superbaba.org.tr
2)superbaba.8m.com.tr
3)superbabadizisi.com.tr



    

5 Temmuz 2016 Salı

Nuri Bilge'nin Koza'sı!

     Çokça alışılan kozasından çıkıp, ölümüne dosdoğru yol olan kelebek misali bir film.
     Yolları ilk etapta kesişen ve belli bir süre aynı yolda 'beraberce' ilerleyen çiftin gel zaman git zaman, yollarının 'sonrasında' ayrılmasını konu edinen film.
     Filmin diyalogsuz ve fotograf karelerinden ibaret oluşu, sinema hazzı'nı bize adeta telmih eder nitelikte.
     İlkin, fotograf kareleriyle güzel bir açılış sekansı peyda olur. Bu fotograf kareleri, filmimizdeki yaşlı çiftin gençlik halleridir. Daha sonrasında bu çift gitgide yaşlanır; ölüme doğru uzunca ve çetrefilli yolculuğa başlarlar. Bu adeta, gençlik-yaşlılık, hayat-ölüm arasındaki tezattır. Ölüm gerçeğini bir kabulleniştir. Filmde kuşun ölümü buna adeta bir naziredir...
     Sıradanlık, filmde, son derece üst düzeydir. Bu, doğadan yansıyan fotograf kareleriyle içimize nakşolmaktadır. Alışılmışın dışında aslında çok da fazla bir şey görmeyiz. Sadece ve sadece, doğanın sesini işitiriz. İnsan sesi yerini salmış ve doğa sesi; insan sesine halef olmuştur...
     Yaşlı çift, beraber olma çabası içindedir; ancak bir türlü başaramamaktadırlar. Bu filmdeki bazı karelerle, bizlere bu ipucuyu vermemektedir. Yatakta beraber uyurlar; ama sadece uyurlar, içten-tinsel bir birleşme söz konusu olmaz. Hiç mi hiç birbirlerine ulaşamazlar. Filmin son sahnesinde de çift, çift olarak gösterilir; fakat ikisi de farklı noktalara bakarlar. Yollar, tamamıyla ayrılmıştır. Ölüme doğru beraber gitme gailesinden vazgeçilmiş, bireysel bir şekilde bu sonsuz yolculuğa devam edilmiştir.
     Yalnızlık, doğa, ruhen uzaklık, sıradanlık, vaktin kısalığı, sessizlik temaları bu kısa filme güzel bir şekilde yedirilmiş.
     Bu kısa film, diğer filmlerinin de nasıl olacağına dair bir ulak niteliğinde olmuştur.
    

Nuri Bilge'nin Büyük Sıkıntısı:Mayıs Sıkıntısı

     Film, benim için tam bir 'mayıs sıkıntısı' oldu; çünkü filmi, tam da mayıs ayında izlemiştim. Nuri'nin çektiği bu filmin, diğer filmlerinin yanında çok kısır kaldığını düşünüyorum. Söyleyeceklerim bu kadar.

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Hababam,Hababam'lığını Bilsin!

     Hepimizin malumudur ki, Hababam Sınıfı, Türk sinema tarihine damga vurmuş ender filmlerden/serilerden bir tanesini teşkil etmektedir ki bizler ömrümüzde bu seriyi birkaç defa izlemeyi kendimize borç bilmişizdir.
     Kaliteli esprileriyle, kıdemli oyuncu kadrosuyla, yüreğimize işleyen dramatikliğiyle bize; adeta sinemanın ne olduğunu ve de ne olması gerektiğini adeta telmih etmiştir. Defalarca izlememize rağmen her seferinde ilk kez izlemişçesine tad alır, güler, eğleniriz; ama bu, belli şeyleri göz ardı etmeyeceğimiz anlamına gelmiyor...
     Bu filmin bazı istemeyerek ya da bile isteye gözden kaçırdığımız noktaları var. Her ne kadar hababamın çocukları komik olsalar da bizi güldürseler de alttan alta seyirciyi irrite etmekten de geride durmazlar. Filhakika, bu irritasyonlukları, Hababam'lıklarına vermeye mecbur bırakılırız.
     Müzmin görmeme problemi yaşayan Felsefe hocası Akil'in, bu zayıflığını kendi çıkarlarına kullanarak müfettiş şakaları yapmaları ve bu noksanlıkla adeta alay etmeleri. Savaş hikayelerine karşı kronik zaafı olan hocalarının bu zaafını kullanarak, yazılı yoklamaları yaptırmamaya ant içmeleri. Okula yeni gelen çiçeği burnunda edebiyat öğretmenleri genç Semra'ya yapmadıklarını bırakmamaları, onu defaen kandırmaları hatta en ayıbı sayılabilecek şeyi, yazılı kağıtlarına ona ithafen aşk mektubu yazmaları. Dünyalar tatlısı, sevgi dolu Mahmut hocalarına, türlü hakaretvari hareketler sergilemeleri, ona çeşitli iftiralar atmaları. Saf ve şekerpare Hafize Ana'yı kendi çıkarları için manipule etmeleri. Özel Çamlıca Lisesi'ne gelip sonradan aralarına iştirak eden ve onların deyimiyle 'köylü, çarıklı' gibi iğneleyici, tahkir edici laflara devridaim maruz kalan Ahmet'e, kopya çektirmeleri, sigara içtirmeye çalışmaları, okuldan kaçmak adına onu kullanmaları, ona adeta yemek vermemeleri, deyim yerindeyse onu yoldan çıkartma çabaları, en rezilcesi de onun insanlarının bulunduğu köy okuluna yardım için hababamın; peçete, sigara, kadın fotografı,vb gibi çirkin sayılabilecek şeyler yollamaya kalkışarak onun sinir katsayısını artırmaları gibi bilimum kötücül şeyler yapmaları, bizlere gark oldu ne yazık ki.(Ahmet'in köy okuluna karşı girişilen bu çirkince, provakatif eylemler silsilesi sonrasında sergilediği beş dakikalık tirat sinema tarihimize, adını altın harflerle kazımıştır.)
     Yukarıdaki uzun paragraftan mütevellit Hababam Sınıfı'nı bir yandan sadece bana hususiymiş gibi benimserken, diğer yandansa yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü elimin tersiyle itesim geliyor. Şans eseri denk geldiğim yahut bilakis izlediğimde bu tarz kötü sahneleri göz önüne getirdiğim vakit The Shining'teki Jack Torrance gibi deliriyorum.
     Mamafih, Hababam Sınıfı bir yandan güldürürken bir yandan da insanı, bu denli delirtmeyi başarabilen ender filmlerden biri. Teşekkürler Ertem Eğilmez!

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Yüce Allah'ı Neden Çok Seviyorum?

1-O'nun kullarını ne denli çok sevdiğini ve onlara güvendiğini bildiğim için.
2-Surelerin 'Bismillahirrahmanirrahim' ile başlamasından mütevellit O'nun kullarını, sonsuz bağışlayabilme gücünün olduğunu,o'nun rahman ve rahim olduğunu bildiğim için.
3-Bizlere, İslamiyet gibi son derece barışçıl, heyecan verici, sevgi dolu, muhteşem bir dini hibe ettiği için.
4-Peygamber Efendi'mizi ve diğer bütün peygamberlerimizi bizimle tanıştırdığı için.
5-Bizi en güzel şekilde yarattığı için.
6-İnsanoğlu olarak çok da fazla hak etmemize rağmen bizi, nimetleriyle rızıklandırdığı için.
7-Onun kudreti nedeniyle varlığımızın vaki olduğunun bilincini taşıdığımız için.
8-Ezan sesini dinleyebildiğim için.
9-Bizlere, iyilik edebilme gücünü verdiğini için.
10-O'nun devridaim görünmez şemsiyesi altında olduğumu bildiğim için.
11-Beni, diğer bütün insanları yoktan var ettiği için.
12-Onun rızası ile hareket edebildiğim için. Bu yüce amaç uğruna ivme kazandığım için.
13-Başıma her kötü şey geldiğinde, her zorlukta ona sığınabildiğim için.
14-Yalnız olmadığımı bildiğim için.
15-Bir şeyi görmeden de sevebileceğimi inandırma kesinliğini bana sağladığı için.
16-Bu muhteşem doğayı, güzel mi güzel canlıları yarattığı için.
17-Bana muhteşem bir aile ve dostluklar bahşettiği için.
18-Hayata, ne olursa olsun umutla bakabildiğim için.
19-Birileri gibi korkuyla değil; o güzel sevgi gücüyle bizleri kendine teslimiyete sevk ettiği için.
20-Sonsuz rahmetini, şefkatini bizlere; ancak zahiri olarak de alenen gösterdiği için.
21-Menfaatle değil; sevgi bağıyla ona bağlı olduğum için.
22-O'nun adı her geçtiğinde gözlerimden hisli yaşlar süzülmesine vesile olduğu için.
23-Allah yolunda çalışmak, ilerlemek gibi muhteşem hasletlerle, faziletlerle bizi feyzlendirdiği için.
24-Mutlak hoşgörüsüyle ayakta kaldığımızı bildiğim için.
25-Biz, onun deyimiyle eşrefi mahlukata müthiş bir iman gücü verdiği için.
26-Benim inandığım Allah, bize öldürme emri vermediği ya da din kisvesi altında türlü sahtekarlıklar yap demediği için.
27-En önemlileri de: ''Göklerde ve yerde ne varsa hep O'nundur. Allâh; işte zengin O'dur, övülmeye lâyık O'dur.'' (Hacc 64/22) Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır, diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka Veliniz ve yardımcınız yoktur .” (Tevbe, 9/116) ''Bununla beraber, çok bağışlayıcıdır, sevgi doludur.'' (Buruc Suresi 85/14)
     Mamafih, sonsuz affedici Yüce Allah'ımız; tamamiyle bu nedenlerle en övülmeye değerdir. O, kötü, noksan sıfatlardan büsbütün münezzehtir.
     Dostlarım, şunu da unutmamak gerekir ki:Allah'ımız her yerdedir; fakat onu görmek, ona ulaşmak biraz meşakkatlidir.
     Filhakika, ona erişmek adına; takvalarımızın, bağlılıklarımızın, sevgilerimizin son derece içten ve yüksek olması dileğiyle.
     O'na sonsuz şükürler, sizlere de sonsuz selamlar, sevgiler.

30 Haziran 2016 Perşembe

Kapitalizm'den Nefret Ediyorum!

     Sabahın köründe kalkıyorsun, canhıraş şekilde, doğru dürüst bir şey yemeden, takım elbise vs giyerek patronuna hizmet etmek için koşuyorsun. Akşama kadar, canını dişine takarak patronuna biraz daha yaranabilmek, işinde tutunabilmek yahut kademe atlayabilmek için çalışıyorsun. Sonra saçma sapan şükrediyorsun, ezildiğini anlamaksızın ya da anlamazlıktan gelerek. İşte biz insanoğlu, bu illet sistemin paralı köleleriyiz ne yazık ki. Bu sistemin adına da ''kapitalizm'' demişiz...
     Dövüş Kulübü'nde Tyler Durden güzel bir laf eder: '' Her gün işe gidip geliyorsun, akşamları erken uyuyorsun ve bunun karşılığında alabildiğin tek şey bir koltuk takımı. Gerçekten zavallı bir durum! '' Ne kadar güzel bir özet değil mi? Hislere tercüman!
     Dikkatinizi çekiyor mu dostlarım? Yeşil alanlarımız gitgide azalıyor. Her yer tedricen rezidans oluyor. Gün be gün cinayet haberleri duyuyoruz. İnsanlar ölüyor, sivil-asker demeden. En kötüsü de sistemin çarkının devrialemi için bu ölümleri doğal karşılıyoruz. Boşanmalar, doğal karşılanıyor. Ölümler, bizlere 'kader' mefhumuyla pazarlanıyor. Yaşam alanlarımız her geçen gün sınırlanıyor. Her ne kadar kendimize itiraf edemesek de, gururumuza yediremesek de 3 odalı, 4 odalı hapisanelerde yaşam savaşımı veriyoruz. Bizlere bireyci, bencil anlayış gerek devlet eliyle gerek arka planda kalmayı seven zengin ailelerin eliyle dayatılıyor. Birilerinin cebine biraz daha para girsin diye, beyefendiler hanımefendiler zenginliklerine zenginlik katabilsinler diye adeta eski Mısırvari tanrıya adak sunarcasına insanlar canlarını ortaya koyuyor. Bankalar ve finans kuruluşları bizlerin canına okuyor. Faiz denen mefhumu başka adlar altında bize kakalıyorlar, onu sevimli göstermeye çalışıyorlar. İhtiyacımız yokken nike air max almaya itiliyoruz. Marketlerde, küçük sepet devri sona erdirilip, büsbütün alışveriş arabalarını hakim kılma devri baş gösteriyor. Böylelikle insanları, ihtiyaçları dışında, tamamiyle fuzuli ve lüks olarak bir şeyler almaya zorluyorlar. Evsiz, barksız insan nüfusu artıyor. İnsanlar açlıktan ölüyor. Avrupalılar, bir elleri yağda diğer elleri balda bir yaşam sürerken, Afrika'da her gün insanlar yaşamını yitiriyor ki dünya kaynakları hepimize yetecekken.  Beyaz yakalı köleler olmaya zorlanıyoruz. Vaktimizin ekseriyetini tv izlemeye ayırıyoruz. Daha az kitap okuyoruz. Saçma sapan hollywood filmlerine vakit ayırıyoruz. Saçma sapan reality şovlara adeta hayatlarımızı adıyoruz. Savaşı, insan öldürmeyi gerekli görüyoruz; doğru buluyoruz. Hissettirmeden, hayat gailelerimizi, amaçlarımızı para, elbise, araba, güç, vesair olarak belirliyorlar. Çalışmanın yüce Allah katında ne denli değerli olduğu unutturulup, kısa yoldan zengin olma fikri insanlara sinsice pompalanıyor. Diziler didaktik, dramatik, satırik, sanatsal olma işlevlerinin dışında her türlü saçmalığı barındırıyor. Aptalca programlarla bizleri uyutmaya çalışıyorlar. Devletler terörü, anarşiyi, korkuyu cici sistemlerinin ayakta kalması pahasına zalimane biçimde bir güzel manipüle ediyorlar. Boş yere Irak'ta, Suriye'de, Mısır'da binlerce insan öldürüldü ve öldürülmeye devam ediliyor. Keza Kamboçya'da, Vietnam'da sayısız ölüme tanık olduk. Neden?! Kapitalizm'in müptezel ve aslında zerre hak etmediği telif hakkını telif edebilmek adına. Bunlar, Gladio, Masonal Yapılanmalar, Evanjelist Teşekküller, Rotschield, Rockefeller sponsorluğunda; kapitalist devletler eliyle yapıldı. Allah'ım bizi bunların şerrinden korusun...
     Nefes alamıyoruz, boğuluyoruz, kaçan kovalanır misali kaçtıkça kovalanıyoruz. Kronik rahatsızlık gibi üstümüze çöreklendi lanet olası müsibet sistem.
     Sistemin düzenli işlemesi için fakir olan insan sayısı bile isteye artırılıyor. İnsanlar deyim yerindeyse köpekleştiriliyor. Burdan sakın ola ki zenginliğin yanlış olduğu sonucuna varmayın. Zaten dinimize göre zengin yaşam, mülkiyet günah değil; fakat dinimiz zenginliğin Allah yolunda kullanılması gerektiğini ortaya koyuyor. Tasavvuf gibi saçma sapan inançlar pespaye biçimde bizlere empoze ediliyor. Tasavvuf ile zenginliğin kötü bir şey olduğu masum zihinlere işlenerek kanırtılıyor; ancak dediğim gibi mülkiyet, zenginlik kötü mefhumlar değil. Yeter ki Allah yolunda kullanılsınlar, bunlara bolca şükredilsinler. Tasavvufa üstü örtülü ya da açıktan destek verenleri sizlere söylememe gerek bile yok. Amerikalılar tarafından finanse edilen Fethullah Gülen, yine her zaman olduğu gibi elebaşı rolünü iyi ifa eden Rotschield, Rockefeller gibi aileler.
     George Orwell'ın ölümcül portresi niteliğinde olan ''1984'' gitgide gerçek oluyor ve oldu da hatta. Aile, toplum, birlik, beraberlik, vs kavramlarının içi tahliye edilip icra ediliyor. İnsanların özel yaşamına gün be gün müdahale ediliyor. Yirmi dört saatin en az üçte birini insanlar çalışarak geçirmeye zorlanıyor. Sansür almış başını gidiyor. Dünyanın en güzel varlığı kadın, öcü gibi gösteriliyor ve gitgide erkeklerden ayrımsandırılıyor. Tek başına yaşam, sinsice özendiriliyor.
     Mesela son dönemde neden LGBT yürüyüşleri, hareketleri bu denli arttı sanıyorsunuz?! Amaç, apaçık şekilde toplumsal bilinci, aile kavramını alaşağı etmek değil mi sizce? Eşcinsellerin hakları filan onların umrunda bile değil. Sonuçta hepimiz aynı kökteniz; ancak bariz homoseksüel yaşama özgürlüğü kisvesi altında insanları bireyciliğe ve dolayısıyle kapitalizmin kucağına itiyorlar...  LGBT hareketlerine destek verenlerin içinde Rotschild, Rockefeller gibi büyük ve de zengin ailelerin olduğunu kabul edersek...
      Hollywood, çok sevdiği,artık ölesiye klişeleşmiş Hitler fetişini, insanların gözüne sokarcasına filmlerinde vaki kılıyorlar; ancak şunu unutuyorlar. Kapitalizm, Hitler'den daha fazla can aldı ve almaya da devam ediyorlar.
     Terörle insanları korkutuyorlar. Türkleri, müslümanları saçma sapan filmleriyle hissettirmeden öcü gibi gösterip insanlarda paranoya oluşturuyorlar. Dolayısıyla, pervasız biçimde yarım olan akılları da ellerinden alınmış oluyor. Şunu da unutmamalısınız ki bu dünyada topyekun terörün aldığı can sayısından daha fazla bir şey varsa o da aile içi cinayetler, kıskançlık krizi sonucu işlenen cinayetlerdir. Özellikle Amerika'da bireysel silahlanma ve kıskançlık, paranoya sonucu işlenen cinayetler nedeniyle ölen insan sayısı; terör saldırılarından ölen insanların sayısından kat be kat daha fazla. Ezcümle toplum, hastalanmış vaziyette. Çözümü de ne yazık ki o kadar basit değil.
     Yukarıda saydığım ya da saymayı ihmal ettiğim şeyleri engellemek, en azından tahribatlarını minimize etmek istiyorsak, aklımızı başımıza devşirmeliyiz. Üzerimize atılan ölü toprağından silkelenip, canlanmalıyız. Yüce kitabımız Kuran'ın bizlere buyurduğu üzere akıllarımızı işletmeliyiz. Mümkün olduğunca okumalı, diğer insanlara sürekli izahat yapmalıyız. Tepkilerimizi ortaya 'bireysel' koymak yerine toplu olarak koymalıyız; ama bunu Kızılay'da saçma sapan eylemler yapan bilinçsiz kişiler gibi değil. Unutmasınlar ki komünizm, sosyalizm gibi sistemler de kapitalizmin vuku bulması için ortaya atılmış düşünceler. Elbette ki bu ayrı bir yazının konusu.
     Güzel günler yaşamamız dileğiyle...

Wet Wet Wet!

     ''Popüler olmayan, güzeldir.'' derler, çok da doğru söylemdir; işbu söylemi fazlasıyla kanıtlayan bir grup hakkında bugun birkaç kelam edeceğim...
     Wet Wet Wet, İskoç kökenli British rock grubu.1982'de kuruldular. The Troggs'un, ''Love Is All Around'' ve The Beatles'ın namı diğer, ''With A Little Help From My Friends'' şarkılarına yaptıkları dehşet verici, lafın gelişi 8 şiddetinde deprem büyüklüğündeki coverları onları müzik dünyasında adlarını çıkarttı dokuza; indirtmedi sekize.
     Açıkçası ben de onlarla yeni yeni kaynaşmış durumdayım; ancak etle tırnak olma yolunda emin adımlarla ilerlemekteyim de. Sanırım bu durum uzun süre de devam edecek gibi.
     Şarkılarının müzikal altyapısı o kadar sağlam ki, onları güçlü bir hortum, fazlaca şiddetli bir deprem, asla ve asla zarar veremez. Bendeniz, daha ziyadesiyle More Than Love, Temptation, If I Never See You Again şarkılarını öve öve bitiremiyor... Bilhassa More Than Love şarkısı, derin izler bırakmaya hazır ve nazır durumda şimdiden. More than love şarkılarına evde, yüksek sesle, en azından iştirakçilik yapıyorum... Temptation, şarkıları için de, hem klibinin çıktığı dönemi yansıtması, hem de Afrodit güzelliğinde olması hasebiyle oldukça sevdiğimi itiraf etmeliyim. If i never see you again de yine tıpkı diğer parçaları gibi fevkalade bir ballad. Grup, 'ballad' parça yapma hasletiyle ön plana çıkmış; iyi ki de bu şekilde öne çıkmışlar. Benim gibi ballad ağırlıklı parçalar seven insanları üzmemişler bu sayede. Wet Wet Wet, ballad parçaları dışında oldukça hoş ve insanı, günlük hayatın sıkıntılarından batmanvari bir biçimde kurtaran parçalara da albümlerinde sıklıkla yer vermişler...
     Grup,3 özelliğiyle dikkatlere gark olmakta. Birincisi isminin enteresanlığı ki zannediyorum bu enteresanlığı, İngiltere'de adeta dört mevsim yağış olmasına bağlayabiliriz. İkincisi, grup elemanlarının dönüşüme uğramaması. Orijinalliklerinden hiç ödün vermemeleri. Çin malı gibi değer görmemeleri. Üçüncüsü, ardıllarına göre bayağı güzel grup olmaları. İngiliz rock ve pop müziğinin ne kadar iyi olduğunu bütün dünya bilir; ama bu grup sahiden iyi ya. Zamanında Rolling Stone dergisi, onları oldukça göklere çıkaran yazılar yazmayı ihmale getirmemişler; iyi de etmişler.
     Nitekim dostlarım, İngiliz Müziği'ni sevin, sevdirin; çünkü onlar sizin daimi arkadaşınız, hatta dostunuz olurlar. Sizi, birçokları gibi hayal kırıklığına uğratmazlar. Her zaman bir papatya bir kasımpatı gibi güzel olduklarından mütevellit asla tavizkar tutum takınmazlar... İngiliz Müziğini, yani Beatles'ı, Pink Floyd'u, Led Zeppelin'i, Queen'i, Joe Cocker'ı vesairi sevin; Wet Wet Wet'i daha çok sevin lütfen; çünkü hayat sevince güzel...

23 Haziran 2016 Perşembe

Biz Bize Benzeriz Bizler Kaygısızlar'ız!

     Kaygısızlar, Türk televizyon tarihinin gelmiş geçmiş en absürt, en komik, en bol göndermeli, en mizahi dizisidir.
     Dizi, Ordu'dan 3 karısı ve 36 çocuğu ile İstanbul'a, askerlik arkadaşının yanına göç eyleyen Memnun Kaygısız ve beraberindekilerinin maceralarını esprili ve nüktedanlı bir dille anlatmıştır. Kaygısızlar'ı kaygısızlar yapan asıl şey, muhteşem oyuncu grubuna, muhteşem senaristlere, muhteşem yönetmenlere sahip oluşudur.Oyuncu kadrosundan bahsedecek olursam:Memnun Kaygısız rolünde, Ercan Yazgan,Berber İsmail rolünde Halit Akçatepe,Berber İsmail'in eşi rolünde Gülçin Hatıhan, Sabriye Kaygısız rolünde Ayşen Gruda, Terbiye Kaygısız rolünde Ülkü Duru, Kafiye Kaygısız rolünde Çiçek Dilligil, Eleman Kaygısız rolünde Yalçın Avşar, Hostes Kaygısız rolünde Bilge Parlak, Kültigin'i ve çetesini canlandıran Alper,Kürşat rollerinde Şoray Uzun, Ömer Durak, Tevfik İnceoğlu, Kültigin'in kız kardeşini canlandıran 'Burcu' rolünde Damla Özen,Stupid Patron rolünde Mustafa Aslan, Oto Tamircisi rolünde merhum aktörümüz Yılmaz Köksal, dizinin ağır toplarıdır.Senaristleri ise Gani Müjde ve Selçuk Erdem'dir. Yönetmen koltuğunda ise daha ziyade Oğuz Yalçın ve Temel Gürsu başı çekmiştir.
     Dizi, bilhassa Yalan Dünya, Avrupa Yakası, İşler Güçler, Leyla ile Mecnun,... gibi yapımlarla karşılaştırılmakta; fakat ben bu karşılaştırmayı ziyadesiyle saçma bulmaktayım... Bir kere Kaygısızlar'ı bu yapımlardan farklı kılan unsurlar:dönemini, ustalıkla hicvedebilmesi, yansıtabilmesi, harikulade politik, sosyal, kültürel göndermeleri, oyuncularının ekseriyetinin tiyatro kökenli oluşu, dizinin belli bir konusunun olmaması, yelpazesinin oldukça geniş olması, esprilerinin kalite kokması, ironisinin zorlama olmamasıdır. Başka başka izleyici dostlarım elbette ki daha farklı bakış açılarına, paradigmalara sahip olabilirler, onlara saygım sonsuz.
     Bu eğlenceli yapımda benim aklımda en çok yer eden karakterler, Kültigin ve çetesi oldu. Her canım sıkıldığı vakit, açıyor bu çetenin maceralarını izliyorum... Özellikle Kültigin'in, kardeşine asılan Eleman'ı, Memnun'u, Hostes'e deyim yerindeyse asılan Fenasi Kerim'i ve diğer bahtsızları, tahsilatçılarını çetesiyle; Bruce Lee'vari hareketlerle dövdüğü sahneler, Türk Tv tarihinin en komik kısımları bana kalırsa. En çok da Kültigin'in yine bir bölümde çetesiyle, ona haraç vermeyen adamı köpeğiyle beraber dövdüğü sahne efsane düzeyde komiktir; Kültigin'in bizatihi kendisi adamı, Alper ve Kürşat ise köpeği döverek bizi tabiri caizse 'yarmışlardır.' Bir bölümde de Eleman'ı kıskıvrak yakalayıp, onu köteğe hazırlamaktalarken; dayağa dördüncü arayan bu denli komik adamlardır... Yine bir başka bölümde de Kültigin, Hostes'e mektup yazar; fakat mektup, Kültigin'ce çıkar ve adamları da dahil olmak üzere bütün izleyici duruma güler... Kültigin, ismiyle müsemma olarak bizlerin nazarında tam bir 'kült'igin olmuştur...
     Dizinin şansı; Ercan Yazgan, Yalçın Avşar, Şoray Uzun,... gibi muhteşem oyunculara sahip olmasıydı ki bu oyuncuların canlandırdıkları Memnun, Eleman, Kültigin karakterleri efsane derecede komikti. Gözlerim, boylesine değerli oyuncuları şu anki yapımlarımızda görmemekte; bu beni çok üzmekte. Şimdiki tv dizilerine sükse yaptıran olay:göreceli yakışıklı erkeklerin ve güzel kızların boy göstermesi; ancak iş yakışıklılıkla,güzellikle bitecek gibi değil. Bu gözler, samimiyet, sıcaklık, adeta Oscar'a, Altın Palmiye'ye taş çıkartacak cinste, bizim içimizden biri olduklarını gösteren oyunculuk arıyor; ancak nerde...
     Şimdinin tv dizileri, varsa yoksa işi ticarete dökmüş durumda. Tamam,dizinin bir amacı da para kazandırma, sükse yapma buna diyecek sözüm yok; ama bizim dizilerimizin yapımında emeği geçenler,fikir babaları, dizinin mecazen 'tutma' sını sağlamak için, bunun kestirme yolunu, batılı dizileri,uzakdoğu dizilerini birebir copy paste etmek ve buna mukabil sığ bir Marilyn, Marlon,... gibi ikon olarak gördükleri relativik yakışıklı, güzel oyuncuları oynatmakta buluyorlar; ne var ki başarısızlık da işte buradan kaynaklanıyor. Siz böyle yaptıkça, daha çok batıyor ve başarısızlığa mahkum oluyorsunuz. Friedrich Schiller boşuna dememiş: ''Böcek olmayı kabullenenler, ezilmeye mahkumdur!''
     Farkında mısınız? Son dönemde diziler erken final yapıyor. Neden? Bir Kaygısızlar ne bileyim bir Süper Baba, Perihan Abla, Baskül Ailesi, Bizimkiler, Yazlıkçılar, Sıcak Saatler, Ekmek Teknesi ... gibi eğlenceli yapımlar vaki olmuyor da ondan...
     Abanın kadri yağmurda belli olur misali işte...
     Açıkçası Kaygısızlar'da,Süper Baba'da müteşekkil olan efsanevi oyunculukları son 10 yıldır hiçbir dizide göremiyorum. Uzun bir süre boyunca gör(e)memeye devam edeceğim zannediyorum.
     Neyse... Bu kadar eleştiri yeter, diyelim ve konumuza dönelim, sapmışlardan olmayalım. Dizimiz, muhteşem retorikleriyle, tiplemeleriyle,karakterleriyle Türk televizyon tarihine adını altın harflerle yazdırdı.
     Poligami'ye olan vurgusunu, Memnun Kaygısız ve onun 3 eş portresini nüktedanlı bir şekilde vererek teşekkül ettirmiştir. Memnun 3 eşle de yetinmemekte ve başka kadınlara da meyillenmektedir. Böylelikle biz seyirciler, bu acınası sosyo kültürel durumumuza dramaturjik tepki vermek yerine gülerek,eğlenerek tepki veririz. Nasıl ki hababam sınıfındaki sözüm ona rezilliklere pervasızca gülerek tepki veriyorsak... Ama bu gülüşler bütünü, bunlara onay veriyor mu? Elbette ki, hayır!
     Türk toplumunun,bazı tiye aldığı gerçekleri bu dizi, komedi çeşnisiyle ortaya koymayı ihmal etmemiştir.
      İnandığımız doğru bildiğimiz yanlışlarla,hurafelerle de bir güzel alay etmiştir dizi. Örneğin, Memnun'u şifacı kisvesine büründürerek, az bilen hemen hemen her şeye inanan insanlara şifa dağıtmasıyla alay ederek göstermiştir.
     Toplumumuzun kadına olan bakışını yine bazı karakter aracılığıyla vermeyi ihmale getirmemiştir. Örneğin, Kültigin'in, Eleman'ın kız kardeşi Hostes'e ilgi duyması hakkını kendinde bulmasına rağmen; Eleman'ın, bizatihi kendi kız kardeşine ilgi duymasını kabullenememiştir. Hatta hiç unutulmaz, figüranlardan biri Kültigin'in kadın kılığına girmiş adamı Kürşat'ı ''oo maşallah yavrum,mal mülk de yerindeymiş hani.Ee iki erkek anca yeter tabii sana!'' diyerekten taciz sarmalına sürüklemiştir.Ardından da Kültigin'in diğer adamı Alper: '' Doğru dürüst, kıvırtmadan yürü, artık namusumuzsun sen bizim!'' minvalinde espri ile karışık eleştirisine bizleri gark etmiştir. Bariz biçimde Memnun'un da kadınları,obje olarak görmesini ve bir türlü doymak bilmez kadın düşkünlüğüyle esprili bir şekilde alay edilmiştir... Adamın kırk çocuğu var abi.
     Dizide, Eleman'ın güya Amerika'da eğitim alan patronu da orantısız hicivden nasibini alanlar arasındadır. Çat pat, yalan yanlış İngilizce konuşur ve etrafına, sahip olduğu anlamsız güç ile sadece emir yağdırabilir. İşe yaradığı tek konu da budur. Dizinin bir sahnesinde patron, Eleman'ın dalga geçmesine maruz kalmıştır.
     2.sezon son bölümde Kültigin, Hostes'e ulaşabilmek adına Mirkelam'ın o dönem hit olan ''Her Gece'' şarkısını söyleyerek tıpkı Mirkelam'ın kendi klibinde yaptığı absürt koşuyu ve mimikleri sergilemiş ve bizleri gülmekten öldürmüştür. Dizimiz bu anlamda, popüler kültüre de el atmayı unutmamıştır.
     Kültigin ve çetesinin isimlerinin de Türk tarihine mazhar olmuş kişilerin isimleriyle vuku bulması, bunları ''kabadayı'' olarak adlandırmamıza neden olmuştur; ancak bu denli tarihe mal olmuş Türk şahsiyetlerin isimlerinin böylesine sözüm ona kabadayılık yapan, bir baltaya sap olamayan kişilere ad olarak verilmesi beni derinden üzmüştür. Her ne kadar dizi de olsa dikkat edilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Benim de girdiğim tribe bak. Yirmi küsür yıl once teşekkül eden dizide, söz konusu olan eksikleri eleştiriyorum.
      Dizinin eleştirilebilir başka noktası da, son sezonuna doğru oyuncularının ekseriyetinin değişmesidir. Eleman'ı canlandıran Yalçın Avşar'ın 3.sezondan sonra diziden ayrılması,Hostes rolündeki Bilge Parlak'ın da tıpkı kaderin cilvesi midir nedir; Yalçın Avşar gibi 3.sezonda diziden ayrılması, Terbiye rolündeki Ülkü Duru'nun vedası; Halit Akçatepe, Gülçin Hatıhan, merhum aktörümüz Yılmaz Köksal'ın buruk vedaları hiç olmadı. Seleflerine kıyasla, halefler hiç iyi olmadı. Diziye yeni bir soluk katamadılar; bundan mütevellit dizi, Osmanlı gibi tedricen çöküş dönemine doğru emin adımlarla ilerledi. Bir şeyin orijinalinin balans ayarlarıyla oynamamak lazım işte; kaygısızlar bana bunu da öğretti...
     Toplum eleştirisi,iktidar eleştirisi orantısızca, adeta müebbet bir sekilde can alıcı olmus. Bu eleştiriler tiyatral ve hicivsel sekilde peyda olmuştur; hiçbir zaman müptezelliğe, pespayeliğe varmamıştır. Ne yazık ki şimdi bunlardan eser yok. Keşke olsaydı; ancak 'keşke' lere de yer yok, unutmamak gerekiyor ki!
     Keşke o dönemdeki gibi her şey serbestçe, insanımızın istediği şekilde yaşansa. O dönemdeki dizilerde,yaşantıda insanların; istedikleri seyleri çoğunlukla 'kısmen' e vardırmadan yapabiliyor olmalarına imrenmiyor değilim. Mesela, sansürün günümüze nazaran o dönemde daha az olması.En basitinden içkilerin o dönem dizilerinde sansüre yenik düşmemesi, ... gibi. Karakterlerin boğaz manzaralı zevkü sefa sürmesi gibi. Eleştirinin cesurca yapılabilmesi gibi. Günümüzde ise çoğunluğa uyan şeyler tv köşelerinde gösteriliyor. Saçma sapan evlilik programları, büsbütün ihaneti konu alan diziler, sığ tartışma programları,... Maalesef ki yaşadığımız bu saçma döneme damgasını vuran tek şey reytingtir. Reyting de iyi işlerin önüne geçmektedir. Bizlerin de elini kolunu bağlamaktadır. Adeta, çaresi olmayan bir hastalık...
     Nitekim bu güzide dizi, Türk televizyon tarihine damga vuran ender yapımlardan bir tanesi olmuş ve bu alandaki ününü kimseciklere bırakmamıştır. Bu dizi/diziler sayesinde hiç değilse yakın geleceğimize 90'lar kuşağı olarak tanık olabildik. Türkiye'nin, hastalıklı modern Türkiye'ye dönüşüne şahit olabildik. Bunun için ne kadar şükretsek azdır!
     Kaygısızlar,Süper Baba, vs benim için cidden bu mide bulandırıcı yıllardan; bu yılların rezil ürünü olan dizi ve filmlerden bir kaçıştır. Eskiye özlem, bir yandan da şükrandır. Keşke o yılları bilinçli bir şekilde yaşayabilseydim...
     Bu fevkalade lezzetleri bize tattıran, bunların altında imzaları olan herkese çok teşekkür ediyorum! Bir kaygısızlar, süper baba, yazlıkçılar, bizimkiler, sıcak saatler, vs olmasaydı ne yapardık kim bilir...
     Şimdi sizlere diziden komik birkaç enstantane aktararak yazımı noktalıyorum:
** Memnun ile Sabriye kiralık ev ararlar...
     memnun: Evin manzarası var mı?
     emlakçı: var tabi! karşı apartmandaki aynayı biraz çevirin Çamlıcayı bile görür.
** memnun: İsmail gecen gun tras ettigin adami taniyor musun?
     ismail: Yok ya, adam beni tanisa bana tras yaptirir mi?(Bunun sebebi İsmail'in her yaptığı traşta, müşterileri deyim yerindeyse kan kaybından öteki tarafa boylatmasıdır.)
** Memnun ve İsmail ayni arabada trafik kazasi gecirirler ve esleri de onlari ziyarete hastaneye gelirler.
     doktor: Kime bakmistiniz?
     terbiye: Memnun Kaygisiz ve İsmail Kaygisiz.
     zeynep: Her seyimizi aldiniz bari soyadimizi rahat birakin be. bizim soyadimiz kaygisiz degil.
** kultigin: Memnun'u ilk gordugum yerde kusbasi dograyip kopeklere yedirecem.
     kursat: Bana versen de ben yesem ya.
     kultigin: Sus lan sacmalama (Kursat'in midesine yumruk atar).
     kursat: Beynime beynime vurma be abi.
** kultigin: Eleman, son duani et bakalim.
     eleman: Allah belanizi versin.
** eleman otobüse biner;
     eleman: Şu öndeki taksiyi takip eder misiniz, çabuk?!
     şöför: Ne diyorsun kardeşim sen, babanın malı mı bu?
     eleman: Ama benim Burcu'ya gitmem lazım?!
     şöför: Bu otobüs Burcu'dan geçmez; Mecidiyeköy'e kadar gider, binmeseydin...
** herkes Memnun'u sapık zanneder, polis peşindedir:
     komiser: Kaçma pis sapık! Bütün yollar tutuldu.
     polis: komserim, doğru mu bütün yolların tutulduğu?
     komiser: Yok lan. Kim uğraşır yol tutmayla şimdi. O salak anlamaz nasıl olsa.
** eleman: Taksi!
     taksici: Buyur abi.
     eleman: Yok ben binmeyecem. Halini hatrini sorayim dedim.
     taksici: Ulan su koskoca sehirde de deliler hep beni buluyor. Az once de arabama Aysel Gurel bindi zaten...
** alper:Abbiii, sen niye Burcu ablamızın bu dükkanda çalışmasına müsaade veriyorsun?
     kültigin: ee nolcak?!
     alper: Hani ablamız,erik gibi olduğundan, kobra vaziyetleri olmasın yanee.
     kültigin:Höst ulan! (Pat-küt)
     kürşat: Yanlış anladın abi. Alper kardeşimiz şöyle demek istiyor:Burcu ablamız taş gibi olduğundan götürürler yanee.
     kültigin:Susun ulan, öküzler, öküz! (Pat-küt girişir)
** Berber İsmail yine bir kurbanını traş etmektedir. Adamın yüzü kan revan içindedir. Bu arada dükkana kucağına koyununu almış, yaşlı bir amca gelir.
     yaşlı amca: Ben, İsmail'i arıyodum.
     ismail: Ee, benim.
     yaşlı amca: adaklık bir koyunum kesilcekti de. seni çok methettiler. iyi kasapmıssın.
     ismail: Ne münasebet. Ben kasap değilim. Git kardeşim! der ve seyirci yarılır...
** memnun: Ölürsem beni buraya gömün İsmail.
     ismail: Yav olur mu hiç? 3. kattayız seni buraya gömersek alt kattan ayakların sallanır."
** Memnun Kaygısız'ın dokunduğu insanların iyileştiği bölümde memnunun kapısında bir ordu insan birikir ve diyalog:
     memnun: İtişmeyin arkadaşlar hepinizi iyileştiricem.
     adam1: Mmemnun bey beni iyi edin ayağınızı öpeyim.
     adam2: Memnun bey beni iyi edin ben ayağınızı yalarım.
     memnun: Kızım biri beni arayacak olursa,onlara Memnun Bey,International Memnun Hastanesi'nde dersin.
** doktor : bunu size alistira alistira soylemem lazim ama.. 2 hafta omrunuz kaldi memnun bey..
     memnun : Yok mudur bir caresi doktor bey??
     doktor : Maalesef, tibbin bu konuda yapabilecegi birsey kalmadi.. Kader iste..
     memnun : O elinizdeki nedir doktor.. recete mi yoksa??
     doktor : Hayir. helva tarifi..
**  Kültigin haracını vermeyen adamla konuşmaktadır.
     ''Bak kardeşim haracını zamanında öde ki Süleyman Demirel'in siyaseti bıraktığını görecek kadar uzun yaşayabilesin!''

21 Haziran 2016 Salı

Bolluk İçindeki Günlerimiz Sayılı!

                                                               THE EDUKATORS
     

     Bugünkü yazım The Edukators,türkçesiyle Eğitmenler filmi hakkında olacak...
     Elveda Lenin filminden sonra bir Alman filminden bu denli etkilendiğimi sizlere itiraf etmek borcumdur.
     3 kişiden oluşan genç -Peter,Jan,Jule- zenginlerin evine gizlice girip,onların evlerinin eşyalarını değiştirerek ve onlara ürkütücü notlar bırakarak,zenginleri tedirgin etmeye ve onları düşündürmeye çalışırlar; ancak işler bir gün hiç de istedikleri gibi gitmeyecek, 'Hardenberg' adlı bir zengini kaçırmak zorunda kalacaklardır...
     Peter ve Jan, tabiri caizse zenginlerin evine gizlice girerek, onların ev eşyalarının yerlerini değiştirirler,onlara ilginç mahiyette notlar bırakırlar: 'bolluk içindeki günleriniz sayılı' gibisinden. Bunları kaosa götürmeden, adeta sessiz bir devrimle yaparlar. Garip olansa,bu evlerden bir tek eşya çalmadan bu işleri hallederler.İşin esprisi de burada yatar...
     İlginçtir ki Peter ve Jan, mütemadiyen devrimden bahsedip durmalarına karşın, devrimin gerçekliğine de inanmazlar...
     Filmin ilk sahnesinde, 2 aktivist alman genci bir spor mağazasına giderler ve o spor mağazasını ziyaret eden insanlara, 'burada satılan ayakkabılar günlük 1 euroya çalışan filipinli ve endonez çocukların eseridir' seklinde açıklamalarda bulunurlar ve polis zoruyla mağazadan çıkartılırlar. Gençlerin: ''Devlet de kapitalizmin yanında!'' tümcesi bizlere adeta gark olur,nakşolur ki hakikaten öyle değil midir? Günümüzde devlet,kapitalizmin filebekçiliğini yapmamakta mıdır?!
     Başka bir sahnede de şık bir restoranda orta yaş bunalım takılan 2 çift Alman, Jule'ye içecekleri brandy için getirdiği bardağın 'yanlış' olduğu uyarısında bulunurlar.Bizleri daha da irrite ederler.Kabullenemedikleri şeye bak anasını satayım?! Bir boka derman olamayan bu tipler, kızcağıza bu denli saçma sapan bir uyarıda bulunurlar. Kapitalist düzen, işte böylesine iğrenç, işe yaramayan, asalak tiplerin aptalca istekleri, hırsları, açgözlülükleri nedeniyle varolmaya devam eden sistemdir; kısacası yakıtı:ego, hırs, kısa yoldan zengin olma, zenginliklere zenginlik katmadır...
     Orta sahnelerden birinde de Jan, Jule'ye; Avrupalıların günlerinin en az dört saatlerini, televizyona ayırdıklarından dem vurur.Bu ciddi anlamda korkunç bir rakamdır.Anarşiye,düzen karşıtlığına 68 döneminde uzun saçın ve uyuşturucunun bile yettiğini; ancak simdi bunların söz konusu olmadığını,bir marketten bile rahatlıkla 'che' tişörtünün alınabildiğini beyan eder.Yani devrim,düzene karşı durmak,günümüzde deyim yerindeyse ayağa düşmüştür... Okulun, ailenin kapitalizmi insanlara aşılamasından da oldukça şikayetçidir Jan. Hayatları boyunca sergiledikleri masum mizansenin, çalışmanın zenginlere yaradığından da fazlaca şikayetçidir Jan'cığım... Yine Jan'ın,Hardenberg ile konuşmasında: '' Bizi, publarda boş boş devrim muhabbeti yapanlardan mı sandın?! '' diyerek seyirciyi dumurlardan dumurlara sürüklemiştir... Buna mukabil Peter'ın, Hardenberg ile yaptığı bir muhabbette: ''Silahı icat edeni değil; tetiği çekeni suçlayacaksın.'' söylemi filmin ana temasını bizlere söz konusu kılıyor.
     Filmde, Hardenberg'ün amiyane tabiriyle 'özgür aşk' teması da ciddi bir şekilde vuku bulmuştur. İlk etapta Peter ile Jule beraberken,daha sonrasında Jan ile Jule'nin tanışmaları ve birbirlerine aşık olmaları; işlerin seyrini epeyce değiştirmiştir. Peter, durumu öğrendiğinde ise duruma tavrı ilk etapta sert olmuş; fakat sonrasında bu, kabullenmeye evrilmiştir. Sosyalizm,Anarşizm,Devrim,Karşı Duruş,... gibi temaların yanında bu 'özgür aşk' temasının çok da ciddi durduğunu düşünmüyorum...
     Yönetmen Hans Weingartner, devrimin nasıl olmasını gerektiğini ortaya koymuyor, bize sadece ve sadece oldukça didaktize edilmiş, eğlenceli saatler vaat ediyor. Filmde öyle fazlaca altmetinle de karşı karşıya değiliz; bu da filmin seyirliğini artırmış vaziyette. Hans'ın yaptığı güzellik, bizim gibi safdil insanların bir parça içimizde yaşattığı, muhalif taraflarımızı gün yüzüne çıkartması...
     Filmdeki,ekşi sözlük yazarının kullandığı deyimle içi boş retorikler pek de hoşuma gitmedi. Bunlar olmasaydı, filmin güzelliği, etkileyiciliği ilelebet payidar kalırdı...
    Bu güzel 127 dakikalık şölendeki bazı sözler çok hoşuma gitti: ''Manche menschen andern sich nie'' Yani meali:Bazı insanlar asla değişmez. Yine ''Jedes herz ist eine revolutionare zelle!'' Meali:Her yürek,devrimci bir ruh taşır.
     Müzik anlamında, Beige GT,Jeff Buckley,Jeff Cole,Freddy Quinn,... gibi sanatçılara selam durulması beni yine dumurdan dumura uğrattı. Bilhassa Jeff Buckley'nin ''Hallelujah'' parçası çaldığı an neler hissettiğimi size anlatamam...
     Ezcümle,filmin serkeşliği pek hoşuma gitti. Özellikle bazı yerlerdeki vurgular, beni filmin o naif dünyasının içine daha bir fazla çekmeye yetti de arttı bile. Bu filmi ve muadilleri olan Elveda Lenin,Das Leben Der Anderen,Der Baader Meinhof Komplex,The Dreamers ve Das Experiment'ı izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Hiçbir şey kaybetmez; aksine çok fazla şey kazanırsınız.
     Alman sineması gerçekten etkileyici bir sinema.Bazan diyorum da bir Eğitmenler var bir de bizim 'güya' bağımsız filmler...

  
Kaynakça:
1-eksisozluk.com
2-filmloverss.com
3-http://www.celebialper.com/sinema/the-edukators-hans-weingartner-almanya.html
4-http://sinekiyatri.blogspot.com.tr/2010/05/edukators-egitmenler-2003.html
5-almanbagimsizsinemasi.com.tr
    
    

14 Haziran 2016 Salı

Kieslowski'nin Aşk Üzerine Kısa Bir Film'i

     Belki adı aşk üzerine 'kısa' bir film; ancak üzerinde 'uzunca' düşünülmesi ve konuşulması gereken bir film.
     Film,tipik sovyetimsi bir metropolde geçmekte.-ki Polonya'nın eskiden uydu bir devlet olduğunu göz önüne alırsak...- Karşılıklı,mesafesi birbirine oldukça yakın 2 koca apartman...gerisini siz düşünün...Bu anlamda yönetmenin yer seçiminin de harikulade olduğunu belirtmeliyim.Böylelikle insanlarin hem birbirlerine hem de kendilerine ne denli yabancılaştıklarını yönetmen üstün bir şekilde ortaya koymuş.Bu bağlamda film bana göre 'aşk' mefhumundan ziyade 'yalnızlık' mefhumu üzerine kurulu.
     Bu blokların birinde oturan 'Tomek' adlı genç gün be gün karşı sitede oturan 'Magda' adlı bayanı deyim yerindeyse,bir tür teleskop aracılığıyla 'dikizler.' Tomek,yaptığı bu davranışın etik olarak ne denli yanlış olduğunun farkında olmasına rağmen; kendini bunu yapmaktan bir türlü alıkoyamaz...
Magda'ya bir türlü açılamaz; çünkü çocukluğu oldukça sancılı geçmiş,halihazırdaki illet,olmaz olasıca modern yaşam onu,derin bir yalnızlığa ve çekingenliğe sevk etmiştir.
     Tomek,bir postane görevlisidir; bu konumunu ona ulaşmak için kullanmaya adeta ant içmiştir.
     Magda'ya sahte mektuplar,vs yollayarak onun postaneye gelmesini sağlamaktadır; bunun dışında Tomek,Magda'nın süt içmeyi sevdiğini bildiği için süt servisçiliğine de başlamıştır.Süt,Magda'nın aslında ne kadar naif bir ruha sahip olduğunu gözler önüne serer.Bir gün bu gizli takipler gün yüzüne çıkar...Magda: ''Benden ne istiyorsun? Niye,böyle şeyler yapma gereği hissettin?'' diye sorduğu vakit Tomek: ''Hiç!'' cevabını buyurur ve böylelikle bizatihi onun Magda'ya karşı ne kadar samimi ve duygusal hisler beslediğini anlamış oluruz... Ancak Magda ile Tomek'in benzer yanları olduğu kadar farklı yanları da mevcuttur.Bu yanlar,ikilinin arasında birtakım aşılmaz setler çekilmesine neden olacaktır...
     Bir kere Tomek daha 19'unda genç bir delikanlıdır ve hayatın sillesini henüz yememiştir.Magda ise orta yaşlarında bir kadındır.Yani aralarında yaş ve de dolasıyla tecrübe farkı mevcuttur.Tomek'in aşk anlayışı,Türk filmlerindeki gibi içtendir.Buna karşın Magda'nın aşk anlayışı ise 'seks' mefhumu üzerine kuruludur.Bir yandan da öyle bir ortak yanları vardır ki iste bu yan onları bir sekilde; müsterek tarafta bulusturacaktır...Bu ortak yanları:'yalnızlık' tır...
     Tomek,Magda'ya kahve içme teklifinde bulunur.Magda,teklifi kabul etmiştir.Buluşmalarında Tomek,dondurma istemiştir.Bu,onun daha ne denli çocuk ruhlu olduğunun bir göstergesidir.Hatta Tomek'in burada heyecanını,bu heyecanın vücut verdiği ateşini bastırmak için kulağına buz tuttuğu sahne; sinema tarihinde 'unutulmazlar' arasında çoktan yerini almıştır...Magda ise kırmızı şarap almıştır.Kırmızı şarap,onun aşka ve dolayısıyla cinselliğe bakışını vurgulayan bir nesnedir.Neyse... Bu kahve içmeli güzel sohbette ikili,aşk anlayışlarından bir az söz ederler.Magda,aşkın 'cinsellik' ten ibaret olduğunu üstüne basa basa söylese de Tomek,hislerden vaki olduğunu ortaya koymaya çalışır.Elbette ki her insanın 'aşk' kavramına bakışı farklıdır.Bana göre ise aşk,beyinsel bir olay,seks ise duygusal bir olaydır...
     Magda,Tomek'i evine davet eder.İşte ne olduysa,bu ev ziyaretinde olmuştur...Magda,Tomek'e ''Seks yaparken beni izliyor muydun?'' diye sorar.Tomek,ilk başlarda evet; fakat sonradan hayır cevabında bulunur.Muhabbet koyu bir hal aldığında Tomek ile Magda yakınlaşır.Tomek,Magda'nın kadınsı bölgelerine temas eder ve bir süre sonra erkeksel duyguları kabarmak suretiyle,boşalır.Magda,Tomek'e ''İşte aşk bu kadar!'' der ve onun saf,temiz aşkıyla adeta alay eder...Tomek bu durumdan çokça rahatsız olur ve evine adeta 'kaçar.' Tomek,o çocuksu saflığını yitirmiştir artık...
     Magda,yaptığından pişmanlık duymuş ve evinin camına 'özür dilerim' pankartı bile asmaya temayül edecek vaziyete gelmiştir.Artık iş işten geçmiştir.Tomek,bileklerini kesmek suretiyle intihar etmiştir; fakat inanın Tomek'in intiharının nedeninin,aşkının saflığını yitirdiği düşüncesinden dolayı mı vaki olduğu yoksa,aşkının Magda tarafından alaya alındığı düsüncesinden ileri geldiği mi konusunda şüphelerim var... Fakat ben,Tomek'in o temiz aşkının ortadan kalktığı düsüncesinden dolayı intihar ettiği kanaatindeyim.
     Magda,Tomek'in intihar ettiğini öğrenir ve medeni cesaretle Tomek'in evine gitmiştir.Tomek,sessizce,derinden,iştiyakla,hayatın acı yanlarını yüreğinde hissetmeden,uyuyordur.
Bu sahne aşkın en saf halini bizlere anlatır.Aslında olması gereken de budur...
     Son sahnede ise Magda'nın Tomek'in gözünden birlikteliklerini gözledikleri sahne ise yine sinema tarihini derinden etkileyen sahnelerden birisi olarak kayda geçer ve film müthiş bir şekilde sonlanır.Bu sahnede ilginç olan detaysa,Magda'nın bu durumu gözlediği teleskobun üstündeki kırmızı örtüydü.Bu kırmızı örtü,onun ilişkiye,aşka bakışının nacizane bir özeti niteliğindeydi...
     Benim fikrimce filmin bam teli:'yalnızlık' temasiydi.Tomek,iflah olmaz bir yalnızdı.Her aksam belli bir saatte teleskobun başına geçip,Magda'yı dikizlemesi,sorunlu bir çocukluk,gençlik dönemi yaşaması,hiç arkadaşının olmaması,annesi ve babasıyla yaşamaması ki dolayısıyla bu yüce sevgiden mahrum kalışı,bu durumu gözler önüne seriyor; keza Magda da iflah olmaz bir yalnızdı.İşin garip yanı Magda,bu yalnızlık durumunun fazlasıyla farkında bir görüntü sergiliyordu.Yani daha bilinçli bir yalnızlık sanrısı çekiyordu.Hatta filmin bir sahnesinde süt döküldükten sonra uzunca bir süre o dökülen sütü seyredişi bunu açıklıyor.Magda,yoğun farkındalığına sahip yalnızlığını,evine aldığı erkeklerle cinsel ilişki yaşayarak destroye etmeye çalışıyordu; bu ferfeci yalnızlığı aşka bakışını doalyısıyle hayata bakışını bir hayli değiştirmişti.Sözün özü,benim filmden edindiğim asıl izlenim:19 yaşında bir çocuğun kendinden yaşça büyük bir kadına duyduğu aşk ile karışık hayranlık değil; iki insanın acınası yalnızlık buhranlarıydı.-çocuğun hissettiği duyguya aşk demem tam anlamıyla mümkün görünmemekte; fakat aşk değil demem de bir o kadar ayıp.Böyle desem,çocuğun o saf o temiz hislerine saygısızlık etmiş olurum...-
     Filmin bana kattıkları,aşkın oldukça yüce bir duygu olduğu gerçeği; hafife alınamayacak kadar yüce olduğu... Filmde verilmek istenen bana göre,aşktan ziyade,takıntı,yalnızlık gerçekleriydi.Modern zamanın,insanları,git gide kendi kabuklarına çekilmeye zorladığıydı...
     Zbigniew Preisner'in müzikleri ise filmi oldukça görkemli kılmaya yetti de arttı bile.
     Ez cümle,Kieslowski'ye,Presiner'e ve filmin oyuncularına bu muhteşem filmi hasıl ettikleri için ayrı ayrı teşekkür ediyor,ve onlara derin saygılarımı sunuyorum...

Kaynakça:
1-eksisozluk.com
2-filmloverss.com

    
    

20 Mayıs 2016 Cuma

Unutmak...

     İnsan unutkan bir varlıktır diyoruz ya bence bu külliyen yalan!
     Ademoğlu, bazı şeyleri ne kadar unutmaya çabalasa da bence boşuna uğraş veriyor.Bu beyin denen meret olduktan sonra...
     Yaşadığımız bir olay,durum ya da ufak bir anı parçası;unutmak istediğimiz şeyin üzerinden ne kadar zaman geçse de başka yaşanılan şeylerin etkisiyle (tesadüf,3.kişi söylemleri,vs) bir şekilde kendini ortaya çıkarır ve sanki o unutmak istediğimiz şey;tıpkı dün yaşanmışçasına bize hissiyat verir.Bu hissiyatın tadı çok acıdır,ekşi bile değildir.
     Shakespeare: ''Geçmiş,önsözdür.'' demiş çok da doğru bir laf etmiş.İnsanın,şu aşamada geçmişinin izlerinden kurtulması pek de mümkün görünmemekte.Bunu,Eternal Sunshine Of The Spotless Mind'ta gördük.Beyin çabalasa da bazen kalp unutturmaz.Bu noktada William Faulkner'ın: ''Geçmiş asla ölü değildir;geçmiş geçmiş bile değildir.'' lafını da aklımızdan hiç çıkarmamamız gerek.Geçmişimizi ne kadar unutmaya,unutturmaya çabalasak da o hiçbir zaman aklımızdan,kalbimizden silinmez...
     İnsan,ne olursa olsun yine de güçlü olmalı,dik durmalı;çünkü insan,güçlü bir varlıktır.-en azından güçlü sanımızı devam ettirsek hiç de fena olmaz.-Yolumuza da kaldığımız yerden devam etmeliyiz,yaşadıklarımızdan ders almalıyız.Buna mukabil,gelecekte ne olacağını hiçbirimiz kestiremeyiz.Belki de gelecekte yaşayabilme olasılığımız olan güzel şeyler,bu unutmak istediğimiz bazı yaşanmışlıkların ve bitmişliklerin üzerine bir nebze de olsa ufak bir set çekecektir.Kim bilir...Dolayısıyla,hayata hep güzel bakmalıyız.Biz insanız ve bu insan olmanın bir getirisi.Unutmak istediklerimiz,hayatımızı zindana çevirmemeli,bize prangalar takmamalı.İnsan doğası gereği özgürdür,unutmaya çabaladıklarımız birer pranga.İşte bakınız,bunu ''unutmayınız'' Zaten ömrümüz o kadar kısa ki,hafızadan silme çabası içerisine girerek,bize bahşolunan bu güzel ömrü heba etmemeliyiz...
     Her zaman bu hususta cesur olmamız gerek;ancak korkak insanlar ölümü bin defa tadarlar...
     İnsan denen hayvan,unutmaya çalıştıklarıyla,yaşadıklarıyla,yaşayacaklarıyla,iyi yahut kötü anılarıyla vardır.Bunlar olmasa,insan olma vasfımızı nereden edinecektik ki?
     Son olarak biraz da egzistansiyalizm (varoluş) bilsek hiç de fena olmaz dostlarım.
    
    

5 Mayıs 2016 Perşembe

Hepimiz Otomatik Portakal Olma Yolundayız!

      ''Yazacaklarım ağır spoiler içerir dostlarım,bilginize!''
      Evet dostlarım,yanlış duymadınız,hepimiz birer otomatik portakal olma yolundayız.Peki otomatik portakal ne demek?!
     Arkadaşlar bugünkü yazım biricik üstad Stanley Kubrick'in Otomatik Portakal filmi üzerine olacak.Filmi izledikten sonra,otomatik portakal deyişinin anlamını araştırdım derhal.Otomatik portakal:olabilecek bütün gariplikleri içerisinde barındıran kişi anlamında kullanılan;İngiliz argosunda bir deyiş;buna ilaveten orang kelimesi de malaysia dilinde insan anlamına geldiğinin altını çizmeliyim.
     Aynı zamanda filmin,bir romandan uyarlama olduğu gerçeğini size aktarmam gerek.Anthony Burgess'ın ''A Clockwork Orange'' adlı romanı.Stanley Kubrick kitabı bir günde okumuş(okuduktan sonra birçok araştırma neticesinde filmini 1971 yılında ortaya koymuş) ve bu soluksuz okumadan sonra hem kendi hayatını hem de biz sinemaseverlerin hayatlarını değiştirmiş...Sen sağ ol üstad...
     Filmde o kadar cok ayrıntı,o kadar çok eleştiri,o kadar çok metafor var ki bunları sizlere açıklamaya çalışmak ve dolayısıyla sizleri filme tandanslamak uzunca bir süreç alacak...
     Film,distopik bir gelecekte geçmektedir;distopik gelecekte geçtiğini bas bas bağırarak;detaylarıyla ortaya koymaktadır.
     Açılışı öyle bir müzikle söz konusu oluyor ki sizi bir anda filmin içine çekiveriyor...Bu müzik,İngiliz Bestekar,Opera Yazarı Henry Purcell'ın ''Music for the funeral of queen mary''si...Orjinal hali değil,tamamiyle aranje edilmiş haliyle size servis ediliyor.Bu muhteşem müziğin yanısıra size Yönetmen,aynı güzellik ve gariplikte filmin başlangıç sahnesini izlettiriyor.Bu sahne,Korova Milk Barı adında tuhaf,fütüristik bir yerde geçmekte.Filmin antikahramanı Alex ve 3 kankası seyirciyi selamlıyor,davetkar tutumla adeta izleyiciyi filme davet ediyor...
     Bu enteresan yerde Alex ve arkadaşları,moloko,vellocet,synthemesc,drencrom karışımlı bir süt içerler;bu süt onları şiddete hazır ve nazır hale getirir.(Sütün enteresan olduğu,mankenlerin cinsel organları aracılığıyla içilebilmesinden hasıl olmaktadır.)Bir başka blog yazarının da mükemmel tespitinde sunduğu gibi sütün masumiyet sembolü olma özelliğini bu sahneyle beraber algılıyoruz;ancak deriz ya anne sütü falan diye,süte bu tarz bir kutsiyet atfederiz işte tam da o noktada atfettiğimiz kutsallık;üstadın bu müthiş introsu ile birlikte yerle yeksan oluyor ne yazık ki...Sütün içiminin de bu intro vasıtasıyla görkemli bir şekilde estetize edilmesi gözlerden kaçmıyor...İlaveten,genişten izlediğimiz bu sahnede bir ayrıntı gözümüze ilişmektedir:Alex ve arkadaşlarının giydikleri beyaz kıyafetler ve siyah fötr şapkalar,19.yy Burjuvalarının giydiği günlük kıyafetlerdir.Stanley bu durumla bildiğin muhteşem bir şekilde alay eder.Ek olarak,Korova Süt Barı'nda takılan diğer gençlerin polis kıyafeti,asker kıyafeti,vs giymesi çok da şaşırtıcı olmasa gerek...Şiddet tekeli aslında ziyadesiyle kolluk aygıtında,toplumun üst tabakasında müteşekkildir.
     Bu sahneden sonra artık Alex ile dostları yaygın ve seri şiddet hareketlerine hazırlardır;bu durumdan ilk nasibini alacak kişi de bir yaşlıdır...



     Bu sahnede yaşlı amca artık gençlerin,yaşlılara hiç saygısı kalmadığını ve gençlerin yaşlılara şiddet uyguladığından bahsetmektedir.Garibim,bahsettiği şeyin başına geleceğini nerden bilebilsin ki...
     Alex,genç-yaşlı-çocuk demeden içindeki o şiddet duygusunun dışavurumunu hunharca ifa etmekte ve bu durumdan sadist bir zevk almaktadır...
     Ardından şiddet sırası daha genç kişilere gelmektedir...
    Burada,birkaç ayrıntı gözüme çarptı.Birincisi,arkada Stanley Kubrick'in yüzünün suretinin mevcut olduğu maske.İkincisi,Billy Boy ve çetesinin asker kıyafetleri giymesi;yani şiddetin toplumun her katmanında söz konusu olduğunun metaforik anlatımı...Üçüncüsü ve en kötüsü,artık tecavüzün tamamen normalize hale gelmesi...Çetenin,nazi üniformaları giymesi de bir dönem Avrupa'yı şiddet sarmalının içine sokan Nazilere bir göndermedir.
   
     Bu sahnede de zaten muhteşem thieving magpie'ın estetize ettiği muhteşem kavga vaki olmaktadır.Şiddet,yaşlı-genç demeden toplumun her katmanına bir virüs gibi sızmıştır...
    Billy boy ve çetesiyle yapılan kavganın ardından Alex ve çetesi,o dönemin son model arabalarından Durango 95'e,çalmak suretiyle binecekler ve bir sonraki mağdurlarına ufak bir ziyaret yapacaklardır;ancak ne var ki bu ziyaret,ziyadesiyle tatsız olacaktır...
    Sizce 70'li yıllarda Durango 95 diye über hızlı bir arabanın varolması mümkün mü?Alex'in araba hakkındaki açıklaması da dilime pelesenk oldu:''o tam bir horrorshow!''
   
 
      Burası,daily mirror gazetesinin hükümet karşıtı,muhalif yazarlarından birinin,eşiyle birlikte yaşadığı yerdir.Bu sahnede,yine fütüristik dama vizyonlu parke düzeni dikkat çekmekte;fakat daha önemlisi insanların şiddetten yıldığını,korktuğunu,belli bir saatten sonra kepenklerini kapatmasından algılıyoruz...
      Kadın,Alex'e kapıyı açmak istememektedir;fakat Alex yalan söyleyerek kadına kapıyı açtırmış ve şiddete ''Are You Ready?!'' nidasıyla merhaba demektedir.

     Bu sahnede de bize I'm Singing In The Rain gibi harikulade,hayat dolu bir şarkı Alex'in ağzından nakşolunmaktadır;fakat işin ilginç yanı bu hayat dolu şarkı esnasında saf şiddetin vaki olması ve ardından bu şiddetin ürünü olan tecavüzün hasıl olacak olması...
     Bu sahneden sonra yine şiddetin aydın,elit kesim dahil olmak üzere büsbütün toplumun bütün halkalarına yayıldığını gözlemleyebiliyoruz...Ne kadar acı bir tablo öyle değil mi?!
     Ardından birkaç sahne sonra nihayet Alex'in yuvasına tanık olma şansı elde edebiliyoruz...
     Ne kadar da hoş değil mi?Muhteşem bir beethoven tablosu,İsa suretleri,Beethoven'ın 9.senfonisinin bestesinin bir sureti ve yanısıra muhteşem plaklarla dolu dehset derecede nefis bir oda ile karşınızdayız sayın seyirciler...Evet,Alex iflah olmaz bir beethoven fanıdır...
     Alex'in sanatçı yanına tanık olduk değil mi?Arkadaşlar,genel itibariyle suçluların büyük çoğunluğunun farklı eğilimlerine,özel zevklerine hep tanık olmuşuzdur.Örneğin:Doctor Hannibal Lecter'ın da tıpkı Alex Delarge gibi müzik sevmesi...Nihayetinde onlar da insanlar,her ne kadar katil olsalar da.


      Alex'in kurbanlarından topladığı bu ganimete odaklanılması bana biraz tuhaf geldi.Yani Alex'in basit bir suçlu mu olduğu,suçu zevk için mi yaptığı,yani suçu suç olduğu için mi işlediği gerçeğini sanki biraz seyirciye bırakmış gibi Kubrick...Bana göre Alex,evet belki diğer adi suçlulara nazaran biraz daha farklı;ama bir Joker de değil.Tamamiyle suçu suç olduğu için zevkli bir iş olarak gördüğü için işleseydi;kurbanlarından arta kalan değerli ziynetleri toplamazdı diye düşünüyorum....
     Alex'in yılanı da dikkat çeken bir diğer nokta.Yılan,Alex'in sevgisini verdiği yegane şey.Onun için bir kaçış aslında.Alex'in belki de hayattaki tek dostu...
     Alex'in odasından birazcık ama birazcık dış dünyaya açıldığımızda evin diğer kısımlarının fütüristik bir yaklaşımla restore edildiğini görüyoruz.Mesela Alex'in annesinin mor renkli saçlarını günümüzde şuan herhangi bir kadında görüyor muyuz?(Kadın çok aykırı olmadıkça)Bunlar tamamiyle filmi fütürize eden unsurlar.Bilinmeyen,fakat gelecek bir yaşamda yaşanıldığının kanıtları.
     Bu sahnelerden sonra Alex'in über hızlı,William Tell Uvarture çeşnili seks sahnesini görmekteyiz.Stanley Kubrick,bu sahneleri saniyede 2 kare koymak suretiyle söz konusu kılmış.Seksi,müzikle harika şekilde müteşekkil kılarak estetize etmeyi;sinema sanatının en güzel inceliklerini kullanmayı ihmal etmemiş Stan.Üstadımıza kocaman alkışlar...
     Bu sahnede aslında grup içindeki liderlik çatışmasının sonucunu görmekteyiz.Ayrıca Alex'in şiddet iştiyakı,arzusu,hevesatından kankaları da nasibini almıştır.Alex'in gözü hiçbir şeyi görmez,şiddet onun için hayatının vazgeçilmez parçasıdır.Sorunların çözümü de yine şiddetle olacaktır onun için.Alex,kendisini arkadaşlarına nazaran zeki görmektedir.Grubun lideri o olmalı,arkadaşlarıysa onun sadece elemanları olmalıdır.

     Burada Alex,görüntüdeki catwoman diye nitelendirilen bir tuhaf kadınla kapışmaktadır.Bu kapışma da yine muhteşem bir uvartürle bize nakşedilmektedir...Alexi,Catwoman'ı onun ''sanat eseri'' olarak nitelendirdiği penisle öldürmüştür;fakat onun bu cinayeti belki de son cinayeti olacaktır.Çünkü arkadaşları tarafından ispiyona maruz kalmak suretiyle polise yakalanacaktır...Arkadaşlarının,kendisinin şiddetinden bıktığını burada anlamış oluyoruz.Mecazen,film burda kopuyor işte...

     Alex,artık polislerin elindedir.Gözaltı sürecinde,birtakım hukuksuzluklara maruz kalmaktadır.İngiliz polisinin ifade alma yöntemi hukuksuzdur.Polisler,Alex'in suratına tükürmektedir,ona bilimum fiziksel şiddet uygulamaktadır...Şiddet,toplumun bütün katmanına yayıldı dedik ya,bu tezin doğruluğunu devlet görevlileri de Alex'e yaptıkları şiddetle tam olarak kanıtlıyorlar.
Bundan sonra zaten bizi Alex'in hapse atılması ve infaz süreci bekliyor...


      Bana burda kimse demesin ki yok efendim üst araması,inceleme vs diye.Bildiğin devlet,burada bireye karşı olan üstünlüğünü ortaya koymaya çalışıyor.Filmdeki mevcut sahneyle de bu durum sembolize edilmiş.Şiddetin farklı yüzünü burada görmekteyiz.Bireyi o ne olursa olsun çıplak bir şekilde incelemek onuruna hakarettir...''Bak,ben istersem senin donuna kadar alırım.'' demenin güç aygıtı nezdindeki sofistike zevki,hazzı...
     
      Hapisanelerde,eşcinselliğin ne boyutlara vardığını Stanley Kubrick espritüel biçimde ortaya koymayı unutmuyor.


      Hapis sürecinde mahkumların dinle adam edilme,hizaya getirilme çabalarını bu sahneyle beraber görüyoruz.Marx'ın ünlü ''Din,toplumların afyonudur.'' lafını adeta doğrular nitelikte...
      Hapisane Chief Guard'ının da Hitler benzerliğini eminim hepinizin dikkatine şayan olmuştur...Onun gibi sert,keskin,net konuşması,duruşunun onun gibi olması...
      Şunu da unutmamak gerek ki,din yanlış insanların elinde gerçekten tehlikeli bir silah olabilmektedir,örneklerini çokça gördük...
      Gelelim fasulyenin faydalarına...

      Alex'in,kaldığı hapisaneye bir gün devlet görevlisi gelir.Bir deney programından bahseder.Bu deney programına katılanın hapis cezasının sonlandırılacağını/mahsup edileceğini bildirir.Alex de onun bahsettiği sırada konuşmaları duyar,daha neyin ne olduğunu tam olarak bilmeden konuşmaya atlar ve bu ne idüğü belirsiz programa gönüllü olur.İşte ne olduysa bundan sonra olur...
     
      Alex,devlete ait,özel araştırmaların,çeşitli tedavi yöntemlerinin denendiği,yapıldığı bir kliniğe nakil olur.Başına neler geleceğinden bihaberdir...İlk başta her şey güzel gider;fakat daha sonra Alex,bu işte bir bit yeniği olduğunu fark eder;ancak çok geçtir...
      Beyin yıkama sahnesi,şiddetlerin en şiddetidir...
   
      Alex'e Beethoven'ın o eşsiz müziği eşliğinde çeşitli şiddet görüntüleri ve benzeri menfi olarak addedilebilecek görüntüler izlettirilerek ona bir çeşit şartlı reflex güdüsü empoze edilmiştir.Buna filmdeki adıyla ''Ludovico Tekniği'' denir.Pavlov'un köpeklerine yaptığı klasik koşullanma şartı bir anlamda bu filmle gerçekliğe kavuşmuştur.Pavlov'un deneyinde,köpeklere zilin çalınmasıyla beraber et verilir sonrasında et verilmez sadece zil çalınır;zilin çalınmasıyla köpeklerin ağızlarından salyalar akmaya başlar.Alex'in durumu da bizatihi kendisine uygulanan tedavi sonrasında Pavlov'un meşhur köpeklerine benzemiştir...Çünkü Alex de bu tedavi sonrasında,şiddet uygulamak isteyecek;fakat uygulayamayacak,seks yapmak isteyecek;fakat yine başarısız olacaktır...
      Alex için Beethoven o kadar değerli ve nadidedir ki,Alex bu görüntülerle beraber arka fonda Beethoven müziği çalınmasına ziyadesiyle içerler;ancak onun bu içerlemesi nafile çabadır...
      Alex,klinikten çıktıktan sonra ilk etapta her şey güzel gider;fakat önüne bir takım sürprizler de çıkacaktır...O evden ayrıldıktan sonra,ailesi evine bir yabancıyı kira karşılığında oturtturur.Alex'in,odasındaki ganimetine,yılanına el konur.Ailesi,Alex'i sözde düzelmesine rağmen evine buyur etmez...Alex,durumlara oldukça hüzünlenir,evinden ayrılır.
   

      İlk başta,karşısına filmin ilk sahnesinde hatırlayacağımız üzere şiddet uyguladığı yaşlı adam karşısına çıkar.Yaşlı adam onu hatırlar ve diğer yaşlı arkadaşlarıyla beraber ona şiddet uygulamaya başlarlar.Bu,yaşlıların gençlere karşı savaşımıdır.Karşı şiddetin ta kendisidir.Bildiğimiz anlamda şiddet ne kadar kötüyse karşı şiddet de bir o kadar kötüdür.Hiçbir açıklaması yoktur,olamaz da...
      Alex,yaşlılardan şiddet görürken olay mahalline 2 polis gelir ve Alex rahat bir nefes alır;ancak Alex için sonun başlangıcı vaki olur;çünkü olay yerine gelen polisler Alex'in eski arkadaşları Georgie ve Dim'den başkası değildir.Alex,hapisteyken devlet tarafından bazı şiddet bağımlısı gençler polis yapılmıştır.Böylelikle şiddet güdülerinin bu yolla tatmine edilmeleri sağlanmak istenmiştir;ancak bu oldukça budalaca bir yöntemden başka bir şey değildir.Neyse...




      Alex,bu fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere polis arkadaşları tarafından bir ormana götürülür ve öldüresiye şiddete maruz kalır.Arkadaşları hem intikam almıştır,hem de şiddet güdülerini doyurmuştur...Karşı şiddetin aman bile demiyor anlayacağınız.
       Kaderin cilvesi mi desek ne desek arkadaşlar bilemiyorum ama Alex,polis şiddeti gördükten sonra daha önceki kurbanlarından olan yazarın evine gelir.Alex kötü durumdadır.Yazar,ona yardım eder;fakat bunun bir karşılığı olacaktır...
       Yazarımız,Alex'in kendi karısının ölümüne sebebiyet veren kişi olduğunu anlar ve bir taşla 2 kuş vurma hazırlıklarına girişir.

        Yazar,planlı biçimde Alex'în ölümüne neden olacak.Bunun olma nedenini devlete bağlayacak hem de Alex'ten intikamını almış olacaktır.Karşı şiddet,aydın kesimde bile vuku bulmuş vaziyettedir anlayacağınız.Yani insan ne kadar aydın olursa olsun eski zamanın kısasa kısasını benimsemiştir her daim...
       
       Yazarımız,Alex'e Beethoven dinletir.Beethoven,Alex için delirme ve intihar nedenidir artık.Eski Alex,Beethoven dinlerken şiddet düşünürken bu artık yerini sanrılara,bulantılara,pyromanialara bırakmıştır...
        Sonuçta Alex artık daha fazla dayanamaz ve intihar eder...



      Hakikaten and then sleep...Alex,ölümü bir uyku gibi karşılamakta ve onu kurtarıcı bir son çare gibi görmeye başlamaktadır...
      Bu olaydan sonra Alex,gözlerini hastanede açar.Hastanede çeşitli tetkiklere tabi tutulur falan filan derken hükümet sözcüsü hastaneye Alex'i ziyarete gelir.Alex'e,artık her şeyin daha güzel olacağını,ona yeni bir iş verileceğini,hükümetle işbirliği yapması gerektiğini,yazarı sürklase ettiklerini,Alex'in bizatihi kendisine bildirir...Hatta bununla da kalmaz Alex'e kendi eliyle yemekler yedirir.Kamuoyu önünde şov yapmayı da ihmale getirmez ehehehe...


      Filmin sonunda Alex'in gözleri,aklındaki düşünceleri neyin ne olduğunu,ne olması gerektiğini ortaya koyar nitelikte...
      Şunu da söylemek gerekirse olağanca şiddet hareketlerine karşın bir o kadar dürüst olan Alex,hastanede devletle müzakere etmiştir.Alex,dürüstlüğünü yitirmiştir.Bir nevi kedi-fare oyunu,gerisini varın,siz düşünün...
       Alex,şiddeti bizzat kendisi özgür iradesiyle seçmiştir.Bir şeylerin eksik olmasından ötürü değil,kendi isteğiyle bunu yapmıştır.Şiddet güdüsü,doğuştandır.Her insanın içinde vardır.Öyle olmasa filmdeki diğer karakterler de karşı şiddeti söz konusu kılmazlardı.Ayrıca hapisteki din görevlisinin:''İyilik bir seçimdir.'' kanısı 'özgür irade' kanımızı ne denli doğruladığını söylememe gerek yok.Keza,yilik bir seçimse; kötülük de bir seçimdir.Kötülük,her zaman varolmaya devam edecektir;maalesef ki durdurulma şansı pek güçtür...
        Bu filmle beraber şiddet güdüsünü biraz da kapitalizmin ve onun araçlarının tetiklediğini daha net bir şekilde görmüş olduk.Stanley Kubrick de bazı fenomenlerle,metaforlar yoluyla bunu güzel bir şekilde eleştiriyor.Özellikle de devletlerin şiddet karşısındaki yaptım oldumcu tavırlarınını üstadımız güzel bir şekilde yeriyor.
         Filmi izleyenler olarak Alex'e eminim hepimiz o saf kötücüllüğüne ve kötülüğüne karşın üzülmedik mi?!Şahsen ben çok üzüldüm,karşı şiddetten ötürü.
        Kitapta Alex,15 yaşında bir gençtir hayvanlara eziyet eder,kendinden küçük kız çocuğa tecavüz eder.Filmde ise daha büyük olması,kitaptaki bu küçük kıza tecavüz,hayvana eziyet hallerinin gösterilmemesi elbette ki ahlaki,etiksel birtakım tercihlerin ürünüdür.Alex'in fazla zorba olması boşuna değildir.Eğer iyi ile kötü arasında ortada bir yerlerde olsaydı Alex,belki de filmin bu denli içine giremeyecektik.Böyle olması filmi çekici yapan unsurlardan.1.ağızdan aktarım da yine filmi oldukça etkileyici kılmış.Bilhassa Malcolm Mcdowell bence olağanüstü bir seçim.Düşünüyorum da acaba ondan daha iyi oynayabilecek bir oyuncu çıkar mıydı?
        Filmde,Alex için yapılan İsa benzetmesi de ayrı bir tuhaftı.Odasındaki İsa heykelleri,filmin ikinci yarısında,tıpkı Hz.İsa gibi şiddete maruz kalması...
        Klasik müziğin filmde yerli yerinde kullanılması beni çok mutlu etti bir klasik müzik sever olarak.Şiddetin en doruk anlarında bir beethoven çalması;şiddetin kişi üzerindeki kötücül etkisini minimize etti.
        Stanley Kubrick'in detaycılığı ve geniş planlı sahne çekimi de daha az yorularak daha dikkatli bir şekilde filmi seyretmemde etkendi.
        Devletin,özgür iradeye müdahale ederek,kısacası insanı yok sayarak şiddeti elimine etmeye çalışması beni ciddi manada dehşete düşürdü.Düşünsenize,devletin en temel duygularınıza,kişiliğinize sekte vurması.Devletin,yaptığı robot insan tipinin de topluma yansımaları içler acısı olmuştur.Şunu unutmayalım ki devletlerin her zaman varoluşları için bir düşmana ihtiyaçları vardır.Filmde bu ihtiyaç suçlulardan karşılanmıştır.
         Cezalandırma yetkisini Thomas Hobbesvari devlete devretmek ne kadar rasyonel?En azından filmde,hiç de Thomas Hobbes'un dediği surette olmamıştır.Aslında bakıldığında,devlet-ceza,devlet-birey ilişkisi filmde,oldukça keskin ve serttir.Filmde hükümet,bırakın cezalandırma yetkisini eline almayı,bunun yanısıra insanların en temel haklarından birine(cinsel özgürlük)hakkına bile müdahil olmaktadır.Devlet,cezalandırma yetkisinin ötesinde,insanları tektipleştirme yoluna gitmiştir.
        Tıpkı otomatik portakaldaki gibi karanlık,distopik bir gelecek maalesef bizleri bekliyor.Hatta şuanki durum Otomatik Portakal'da tasvir edilen durumdan pek farklı da değil açıkçası.Kapitalizm gibi sert,acımasız,insan karşıtı bir düzen varolduğu sürece maalesef otomatik portakaldaki gibi dehşet verici gelecek portresi her zaman bir tehlike şeklinde müteşekkil olacaktır.Bu anlamda filmdeki atmosfer,1984 romanındaki gelecek atmosferi ve çıkarımından çok da farksız değil.
        Filmin sonunda devletin,tükürdüğünü yalaması ayrı bir parodi ve ironiydi.Ama bu bizim otomatik portakal olma yolunda emin adımlarla ilerleme durumumuzu engellemiyor.Toplum olarak şirazemizin kaydığını düşünüyorum.Gün be gün cinayet haberleri,tecavüz haberleri,şiddet içerikli haberler,vs bizi delirtiyor,korkutuyor,insanlığımızdan çıkarıyor...
         Dostlarım bu kitap ve film bize ihtardır.Lütfen bu ihtarı dikkate alalım...
        Anthony Burgess'a bu atmosferi bizlere yazın olarak tattırdığı ve bu muhteşem yazını da sinemasal anlamda bizlere realize eden üstad Stanley Kubrick'e ne kadar teşekkür etsek azdır!
        Bir dahaki yazıya dek görüşmek üzere,esenle kalınız.

Kaynakça:
1-michaelsikkofield.blogspot.com.tr
2-http://johncazale.blogspot.com.tr/2011/11/clockwork-orange.html
3-https://www.andante.com.tr/tr/4561/Otomatik-Portakal-siddet-Ve-Beethoven
4-http://filmhafizasi.com/a-clockwork-orangebir-toplum-ironisi/
5-http://hayalkahvem.blogspot.com.tr/2009/01/stanley-kubrick-otomatik-portakal.html
6-ana britannica temel ansiklopedisi
7-wikipedia.org
8-http://filmbagaji.blogspot.com/2014/11/a-clockwork-orange-otomatik-portakal.html
9-Thomas Hobbes-Leviathan
10-https://www.academia.edu/7945028/A_Clockwork_Orange_%C3%9Czerine_InTurkish_