30 Haziran 2016 Perşembe

Kapitalizm'den Nefret Ediyorum!

     Sabahın köründe kalkıyorsun, canhıraş şekilde, doğru dürüst bir şey yemeden, takım elbise vs giyerek patronuna hizmet etmek için koşuyorsun. Akşama kadar, canını dişine takarak patronuna biraz daha yaranabilmek, işinde tutunabilmek yahut kademe atlayabilmek için çalışıyorsun. Sonra saçma sapan şükrediyorsun, ezildiğini anlamaksızın ya da anlamazlıktan gelerek. İşte biz insanoğlu, bu illet sistemin paralı köleleriyiz ne yazık ki. Bu sistemin adına da ''kapitalizm'' demişiz...
     Dövüş Kulübü'nde Tyler Durden güzel bir laf eder: '' Her gün işe gidip geliyorsun, akşamları erken uyuyorsun ve bunun karşılığında alabildiğin tek şey bir koltuk takımı. Gerçekten zavallı bir durum! '' Ne kadar güzel bir özet değil mi? Hislere tercüman!
     Dikkatinizi çekiyor mu dostlarım? Yeşil alanlarımız gitgide azalıyor. Her yer tedricen rezidans oluyor. Gün be gün cinayet haberleri duyuyoruz. İnsanlar ölüyor, sivil-asker demeden. En kötüsü de sistemin çarkının devrialemi için bu ölümleri doğal karşılıyoruz. Boşanmalar, doğal karşılanıyor. Ölümler, bizlere 'kader' mefhumuyla pazarlanıyor. Yaşam alanlarımız her geçen gün sınırlanıyor. Her ne kadar kendimize itiraf edemesek de, gururumuza yediremesek de 3 odalı, 4 odalı hapisanelerde yaşam savaşımı veriyoruz. Bizlere bireyci, bencil anlayış gerek devlet eliyle gerek arka planda kalmayı seven zengin ailelerin eliyle dayatılıyor. Birilerinin cebine biraz daha para girsin diye, beyefendiler hanımefendiler zenginliklerine zenginlik katabilsinler diye adeta eski Mısırvari tanrıya adak sunarcasına insanlar canlarını ortaya koyuyor. Bankalar ve finans kuruluşları bizlerin canına okuyor. Faiz denen mefhumu başka adlar altında bize kakalıyorlar, onu sevimli göstermeye çalışıyorlar. İhtiyacımız yokken nike air max almaya itiliyoruz. Marketlerde, küçük sepet devri sona erdirilip, büsbütün alışveriş arabalarını hakim kılma devri baş gösteriyor. Böylelikle insanları, ihtiyaçları dışında, tamamiyle fuzuli ve lüks olarak bir şeyler almaya zorluyorlar. Evsiz, barksız insan nüfusu artıyor. İnsanlar açlıktan ölüyor. Avrupalılar, bir elleri yağda diğer elleri balda bir yaşam sürerken, Afrika'da her gün insanlar yaşamını yitiriyor ki dünya kaynakları hepimize yetecekken.  Beyaz yakalı köleler olmaya zorlanıyoruz. Vaktimizin ekseriyetini tv izlemeye ayırıyoruz. Daha az kitap okuyoruz. Saçma sapan hollywood filmlerine vakit ayırıyoruz. Saçma sapan reality şovlara adeta hayatlarımızı adıyoruz. Savaşı, insan öldürmeyi gerekli görüyoruz; doğru buluyoruz. Hissettirmeden, hayat gailelerimizi, amaçlarımızı para, elbise, araba, güç, vesair olarak belirliyorlar. Çalışmanın yüce Allah katında ne denli değerli olduğu unutturulup, kısa yoldan zengin olma fikri insanlara sinsice pompalanıyor. Diziler didaktik, dramatik, satırik, sanatsal olma işlevlerinin dışında her türlü saçmalığı barındırıyor. Aptalca programlarla bizleri uyutmaya çalışıyorlar. Devletler terörü, anarşiyi, korkuyu cici sistemlerinin ayakta kalması pahasına zalimane biçimde bir güzel manipüle ediyorlar. Boş yere Irak'ta, Suriye'de, Mısır'da binlerce insan öldürüldü ve öldürülmeye devam ediliyor. Keza Kamboçya'da, Vietnam'da sayısız ölüme tanık olduk. Neden?! Kapitalizm'in müptezel ve aslında zerre hak etmediği telif hakkını telif edebilmek adına. Bunlar, Gladio, Masonal Yapılanmalar, Evanjelist Teşekküller, Rotschield, Rockefeller sponsorluğunda; kapitalist devletler eliyle yapıldı. Allah'ım bizi bunların şerrinden korusun...
     Nefes alamıyoruz, boğuluyoruz, kaçan kovalanır misali kaçtıkça kovalanıyoruz. Kronik rahatsızlık gibi üstümüze çöreklendi lanet olası müsibet sistem.
     Sistemin düzenli işlemesi için fakir olan insan sayısı bile isteye artırılıyor. İnsanlar deyim yerindeyse köpekleştiriliyor. Burdan sakın ola ki zenginliğin yanlış olduğu sonucuna varmayın. Zaten dinimize göre zengin yaşam, mülkiyet günah değil; fakat dinimiz zenginliğin Allah yolunda kullanılması gerektiğini ortaya koyuyor. Tasavvuf gibi saçma sapan inançlar pespaye biçimde bizlere empoze ediliyor. Tasavvuf ile zenginliğin kötü bir şey olduğu masum zihinlere işlenerek kanırtılıyor; ancak dediğim gibi mülkiyet, zenginlik kötü mefhumlar değil. Yeter ki Allah yolunda kullanılsınlar, bunlara bolca şükredilsinler. Tasavvufa üstü örtülü ya da açıktan destek verenleri sizlere söylememe gerek bile yok. Amerikalılar tarafından finanse edilen Fethullah Gülen, yine her zaman olduğu gibi elebaşı rolünü iyi ifa eden Rotschield, Rockefeller gibi aileler.
     George Orwell'ın ölümcül portresi niteliğinde olan ''1984'' gitgide gerçek oluyor ve oldu da hatta. Aile, toplum, birlik, beraberlik, vs kavramlarının içi tahliye edilip icra ediliyor. İnsanların özel yaşamına gün be gün müdahale ediliyor. Yirmi dört saatin en az üçte birini insanlar çalışarak geçirmeye zorlanıyor. Sansür almış başını gidiyor. Dünyanın en güzel varlığı kadın, öcü gibi gösteriliyor ve gitgide erkeklerden ayrımsandırılıyor. Tek başına yaşam, sinsice özendiriliyor.
     Mesela son dönemde neden LGBT yürüyüşleri, hareketleri bu denli arttı sanıyorsunuz?! Amaç, apaçık şekilde toplumsal bilinci, aile kavramını alaşağı etmek değil mi sizce? Eşcinsellerin hakları filan onların umrunda bile değil. Sonuçta hepimiz aynı kökteniz; ancak bariz homoseksüel yaşama özgürlüğü kisvesi altında insanları bireyciliğe ve dolayısıyle kapitalizmin kucağına itiyorlar...  LGBT hareketlerine destek verenlerin içinde Rotschild, Rockefeller gibi büyük ve de zengin ailelerin olduğunu kabul edersek...
      Hollywood, çok sevdiği,artık ölesiye klişeleşmiş Hitler fetişini, insanların gözüne sokarcasına filmlerinde vaki kılıyorlar; ancak şunu unutuyorlar. Kapitalizm, Hitler'den daha fazla can aldı ve almaya da devam ediyorlar.
     Terörle insanları korkutuyorlar. Türkleri, müslümanları saçma sapan filmleriyle hissettirmeden öcü gibi gösterip insanlarda paranoya oluşturuyorlar. Dolayısıyla, pervasız biçimde yarım olan akılları da ellerinden alınmış oluyor. Şunu da unutmamalısınız ki bu dünyada topyekun terörün aldığı can sayısından daha fazla bir şey varsa o da aile içi cinayetler, kıskançlık krizi sonucu işlenen cinayetlerdir. Özellikle Amerika'da bireysel silahlanma ve kıskançlık, paranoya sonucu işlenen cinayetler nedeniyle ölen insan sayısı; terör saldırılarından ölen insanların sayısından kat be kat daha fazla. Ezcümle toplum, hastalanmış vaziyette. Çözümü de ne yazık ki o kadar basit değil.
     Yukarıda saydığım ya da saymayı ihmal ettiğim şeyleri engellemek, en azından tahribatlarını minimize etmek istiyorsak, aklımızı başımıza devşirmeliyiz. Üzerimize atılan ölü toprağından silkelenip, canlanmalıyız. Yüce kitabımız Kuran'ın bizlere buyurduğu üzere akıllarımızı işletmeliyiz. Mümkün olduğunca okumalı, diğer insanlara sürekli izahat yapmalıyız. Tepkilerimizi ortaya 'bireysel' koymak yerine toplu olarak koymalıyız; ama bunu Kızılay'da saçma sapan eylemler yapan bilinçsiz kişiler gibi değil. Unutmasınlar ki komünizm, sosyalizm gibi sistemler de kapitalizmin vuku bulması için ortaya atılmış düşünceler. Elbette ki bu ayrı bir yazının konusu.
     Güzel günler yaşamamız dileğiyle...

Wet Wet Wet!

     ''Popüler olmayan, güzeldir.'' derler, çok da doğru söylemdir; işbu söylemi fazlasıyla kanıtlayan bir grup hakkında bugun birkaç kelam edeceğim...
     Wet Wet Wet, İskoç kökenli British rock grubu.1982'de kuruldular. The Troggs'un, ''Love Is All Around'' ve The Beatles'ın namı diğer, ''With A Little Help From My Friends'' şarkılarına yaptıkları dehşet verici, lafın gelişi 8 şiddetinde deprem büyüklüğündeki coverları onları müzik dünyasında adlarını çıkarttı dokuza; indirtmedi sekize.
     Açıkçası ben de onlarla yeni yeni kaynaşmış durumdayım; ancak etle tırnak olma yolunda emin adımlarla ilerlemekteyim de. Sanırım bu durum uzun süre de devam edecek gibi.
     Şarkılarının müzikal altyapısı o kadar sağlam ki, onları güçlü bir hortum, fazlaca şiddetli bir deprem, asla ve asla zarar veremez. Bendeniz, daha ziyadesiyle More Than Love, Temptation, If I Never See You Again şarkılarını öve öve bitiremiyor... Bilhassa More Than Love şarkısı, derin izler bırakmaya hazır ve nazır durumda şimdiden. More than love şarkılarına evde, yüksek sesle, en azından iştirakçilik yapıyorum... Temptation, şarkıları için de, hem klibinin çıktığı dönemi yansıtması, hem de Afrodit güzelliğinde olması hasebiyle oldukça sevdiğimi itiraf etmeliyim. If i never see you again de yine tıpkı diğer parçaları gibi fevkalade bir ballad. Grup, 'ballad' parça yapma hasletiyle ön plana çıkmış; iyi ki de bu şekilde öne çıkmışlar. Benim gibi ballad ağırlıklı parçalar seven insanları üzmemişler bu sayede. Wet Wet Wet, ballad parçaları dışında oldukça hoş ve insanı, günlük hayatın sıkıntılarından batmanvari bir biçimde kurtaran parçalara da albümlerinde sıklıkla yer vermişler...
     Grup,3 özelliğiyle dikkatlere gark olmakta. Birincisi isminin enteresanlığı ki zannediyorum bu enteresanlığı, İngiltere'de adeta dört mevsim yağış olmasına bağlayabiliriz. İkincisi, grup elemanlarının dönüşüme uğramaması. Orijinalliklerinden hiç ödün vermemeleri. Çin malı gibi değer görmemeleri. Üçüncüsü, ardıllarına göre bayağı güzel grup olmaları. İngiliz rock ve pop müziğinin ne kadar iyi olduğunu bütün dünya bilir; ama bu grup sahiden iyi ya. Zamanında Rolling Stone dergisi, onları oldukça göklere çıkaran yazılar yazmayı ihmale getirmemişler; iyi de etmişler.
     Nitekim dostlarım, İngiliz Müziği'ni sevin, sevdirin; çünkü onlar sizin daimi arkadaşınız, hatta dostunuz olurlar. Sizi, birçokları gibi hayal kırıklığına uğratmazlar. Her zaman bir papatya bir kasımpatı gibi güzel olduklarından mütevellit asla tavizkar tutum takınmazlar... İngiliz Müziğini, yani Beatles'ı, Pink Floyd'u, Led Zeppelin'i, Queen'i, Joe Cocker'ı vesairi sevin; Wet Wet Wet'i daha çok sevin lütfen; çünkü hayat sevince güzel...

23 Haziran 2016 Perşembe

Biz Bize Benzeriz Bizler Kaygısızlar'ız!

     Kaygısızlar, Türk televizyon tarihinin gelmiş geçmiş en absürt, en komik, en bol göndermeli, en mizahi dizisidir.
     Dizi, Ordu'dan 3 karısı ve 36 çocuğu ile İstanbul'a, askerlik arkadaşının yanına göç eyleyen Memnun Kaygısız ve beraberindekilerinin maceralarını esprili ve nüktedanlı bir dille anlatmıştır. Kaygısızlar'ı kaygısızlar yapan asıl şey, muhteşem oyuncu grubuna, muhteşem senaristlere, muhteşem yönetmenlere sahip oluşudur.Oyuncu kadrosundan bahsedecek olursam:Memnun Kaygısız rolünde, Ercan Yazgan,Berber İsmail rolünde Halit Akçatepe,Berber İsmail'in eşi rolünde Gülçin Hatıhan, Sabriye Kaygısız rolünde Ayşen Gruda, Terbiye Kaygısız rolünde Ülkü Duru, Kafiye Kaygısız rolünde Çiçek Dilligil, Eleman Kaygısız rolünde Yalçın Avşar, Hostes Kaygısız rolünde Bilge Parlak, Kültigin'i ve çetesini canlandıran Alper,Kürşat rollerinde Şoray Uzun, Ömer Durak, Tevfik İnceoğlu, Kültigin'in kız kardeşini canlandıran 'Burcu' rolünde Damla Özen,Stupid Patron rolünde Mustafa Aslan, Oto Tamircisi rolünde merhum aktörümüz Yılmaz Köksal, dizinin ağır toplarıdır.Senaristleri ise Gani Müjde ve Selçuk Erdem'dir. Yönetmen koltuğunda ise daha ziyade Oğuz Yalçın ve Temel Gürsu başı çekmiştir.
     Dizi, bilhassa Yalan Dünya, Avrupa Yakası, İşler Güçler, Leyla ile Mecnun,... gibi yapımlarla karşılaştırılmakta; fakat ben bu karşılaştırmayı ziyadesiyle saçma bulmaktayım... Bir kere Kaygısızlar'ı bu yapımlardan farklı kılan unsurlar:dönemini, ustalıkla hicvedebilmesi, yansıtabilmesi, harikulade politik, sosyal, kültürel göndermeleri, oyuncularının ekseriyetinin tiyatro kökenli oluşu, dizinin belli bir konusunun olmaması, yelpazesinin oldukça geniş olması, esprilerinin kalite kokması, ironisinin zorlama olmamasıdır. Başka başka izleyici dostlarım elbette ki daha farklı bakış açılarına, paradigmalara sahip olabilirler, onlara saygım sonsuz.
     Bu eğlenceli yapımda benim aklımda en çok yer eden karakterler, Kültigin ve çetesi oldu. Her canım sıkıldığı vakit, açıyor bu çetenin maceralarını izliyorum... Özellikle Kültigin'in, kardeşine asılan Eleman'ı, Memnun'u, Hostes'e deyim yerindeyse asılan Fenasi Kerim'i ve diğer bahtsızları, tahsilatçılarını çetesiyle; Bruce Lee'vari hareketlerle dövdüğü sahneler, Türk Tv tarihinin en komik kısımları bana kalırsa. En çok da Kültigin'in yine bir bölümde çetesiyle, ona haraç vermeyen adamı köpeğiyle beraber dövdüğü sahne efsane düzeyde komiktir; Kültigin'in bizatihi kendisi adamı, Alper ve Kürşat ise köpeği döverek bizi tabiri caizse 'yarmışlardır.' Bir bölümde de Eleman'ı kıskıvrak yakalayıp, onu köteğe hazırlamaktalarken; dayağa dördüncü arayan bu denli komik adamlardır... Yine bir başka bölümde de Kültigin, Hostes'e mektup yazar; fakat mektup, Kültigin'ce çıkar ve adamları da dahil olmak üzere bütün izleyici duruma güler... Kültigin, ismiyle müsemma olarak bizlerin nazarında tam bir 'kült'igin olmuştur...
     Dizinin şansı; Ercan Yazgan, Yalçın Avşar, Şoray Uzun,... gibi muhteşem oyunculara sahip olmasıydı ki bu oyuncuların canlandırdıkları Memnun, Eleman, Kültigin karakterleri efsane derecede komikti. Gözlerim, boylesine değerli oyuncuları şu anki yapımlarımızda görmemekte; bu beni çok üzmekte. Şimdiki tv dizilerine sükse yaptıran olay:göreceli yakışıklı erkeklerin ve güzel kızların boy göstermesi; ancak iş yakışıklılıkla,güzellikle bitecek gibi değil. Bu gözler, samimiyet, sıcaklık, adeta Oscar'a, Altın Palmiye'ye taş çıkartacak cinste, bizim içimizden biri olduklarını gösteren oyunculuk arıyor; ancak nerde...
     Şimdinin tv dizileri, varsa yoksa işi ticarete dökmüş durumda. Tamam,dizinin bir amacı da para kazandırma, sükse yapma buna diyecek sözüm yok; ama bizim dizilerimizin yapımında emeği geçenler,fikir babaları, dizinin mecazen 'tutma' sını sağlamak için, bunun kestirme yolunu, batılı dizileri,uzakdoğu dizilerini birebir copy paste etmek ve buna mukabil sığ bir Marilyn, Marlon,... gibi ikon olarak gördükleri relativik yakışıklı, güzel oyuncuları oynatmakta buluyorlar; ne var ki başarısızlık da işte buradan kaynaklanıyor. Siz böyle yaptıkça, daha çok batıyor ve başarısızlığa mahkum oluyorsunuz. Friedrich Schiller boşuna dememiş: ''Böcek olmayı kabullenenler, ezilmeye mahkumdur!''
     Farkında mısınız? Son dönemde diziler erken final yapıyor. Neden? Bir Kaygısızlar ne bileyim bir Süper Baba, Perihan Abla, Baskül Ailesi, Bizimkiler, Yazlıkçılar, Sıcak Saatler, Ekmek Teknesi ... gibi eğlenceli yapımlar vaki olmuyor da ondan...
     Abanın kadri yağmurda belli olur misali işte...
     Açıkçası Kaygısızlar'da,Süper Baba'da müteşekkil olan efsanevi oyunculukları son 10 yıldır hiçbir dizide göremiyorum. Uzun bir süre boyunca gör(e)memeye devam edeceğim zannediyorum.
     Neyse... Bu kadar eleştiri yeter, diyelim ve konumuza dönelim, sapmışlardan olmayalım. Dizimiz, muhteşem retorikleriyle, tiplemeleriyle,karakterleriyle Türk televizyon tarihine adını altın harflerle yazdırdı.
     Poligami'ye olan vurgusunu, Memnun Kaygısız ve onun 3 eş portresini nüktedanlı bir şekilde vererek teşekkül ettirmiştir. Memnun 3 eşle de yetinmemekte ve başka kadınlara da meyillenmektedir. Böylelikle biz seyirciler, bu acınası sosyo kültürel durumumuza dramaturjik tepki vermek yerine gülerek,eğlenerek tepki veririz. Nasıl ki hababam sınıfındaki sözüm ona rezilliklere pervasızca gülerek tepki veriyorsak... Ama bu gülüşler bütünü, bunlara onay veriyor mu? Elbette ki, hayır!
     Türk toplumunun,bazı tiye aldığı gerçekleri bu dizi, komedi çeşnisiyle ortaya koymayı ihmal etmemiştir.
      İnandığımız doğru bildiğimiz yanlışlarla,hurafelerle de bir güzel alay etmiştir dizi. Örneğin, Memnun'u şifacı kisvesine büründürerek, az bilen hemen hemen her şeye inanan insanlara şifa dağıtmasıyla alay ederek göstermiştir.
     Toplumumuzun kadına olan bakışını yine bazı karakter aracılığıyla vermeyi ihmale getirmemiştir. Örneğin, Kültigin'in, Eleman'ın kız kardeşi Hostes'e ilgi duyması hakkını kendinde bulmasına rağmen; Eleman'ın, bizatihi kendi kız kardeşine ilgi duymasını kabullenememiştir. Hatta hiç unutulmaz, figüranlardan biri Kültigin'in kadın kılığına girmiş adamı Kürşat'ı ''oo maşallah yavrum,mal mülk de yerindeymiş hani.Ee iki erkek anca yeter tabii sana!'' diyerekten taciz sarmalına sürüklemiştir.Ardından da Kültigin'in diğer adamı Alper: '' Doğru dürüst, kıvırtmadan yürü, artık namusumuzsun sen bizim!'' minvalinde espri ile karışık eleştirisine bizleri gark etmiştir. Bariz biçimde Memnun'un da kadınları,obje olarak görmesini ve bir türlü doymak bilmez kadın düşkünlüğüyle esprili bir şekilde alay edilmiştir... Adamın kırk çocuğu var abi.
     Dizide, Eleman'ın güya Amerika'da eğitim alan patronu da orantısız hicivden nasibini alanlar arasındadır. Çat pat, yalan yanlış İngilizce konuşur ve etrafına, sahip olduğu anlamsız güç ile sadece emir yağdırabilir. İşe yaradığı tek konu da budur. Dizinin bir sahnesinde patron, Eleman'ın dalga geçmesine maruz kalmıştır.
     2.sezon son bölümde Kültigin, Hostes'e ulaşabilmek adına Mirkelam'ın o dönem hit olan ''Her Gece'' şarkısını söyleyerek tıpkı Mirkelam'ın kendi klibinde yaptığı absürt koşuyu ve mimikleri sergilemiş ve bizleri gülmekten öldürmüştür. Dizimiz bu anlamda, popüler kültüre de el atmayı unutmamıştır.
     Kültigin ve çetesinin isimlerinin de Türk tarihine mazhar olmuş kişilerin isimleriyle vuku bulması, bunları ''kabadayı'' olarak adlandırmamıza neden olmuştur; ancak bu denli tarihe mal olmuş Türk şahsiyetlerin isimlerinin böylesine sözüm ona kabadayılık yapan, bir baltaya sap olamayan kişilere ad olarak verilmesi beni derinden üzmüştür. Her ne kadar dizi de olsa dikkat edilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Benim de girdiğim tribe bak. Yirmi küsür yıl once teşekkül eden dizide, söz konusu olan eksikleri eleştiriyorum.
      Dizinin eleştirilebilir başka noktası da, son sezonuna doğru oyuncularının ekseriyetinin değişmesidir. Eleman'ı canlandıran Yalçın Avşar'ın 3.sezondan sonra diziden ayrılması,Hostes rolündeki Bilge Parlak'ın da tıpkı kaderin cilvesi midir nedir; Yalçın Avşar gibi 3.sezonda diziden ayrılması, Terbiye rolündeki Ülkü Duru'nun vedası; Halit Akçatepe, Gülçin Hatıhan, merhum aktörümüz Yılmaz Köksal'ın buruk vedaları hiç olmadı. Seleflerine kıyasla, halefler hiç iyi olmadı. Diziye yeni bir soluk katamadılar; bundan mütevellit dizi, Osmanlı gibi tedricen çöküş dönemine doğru emin adımlarla ilerledi. Bir şeyin orijinalinin balans ayarlarıyla oynamamak lazım işte; kaygısızlar bana bunu da öğretti...
     Toplum eleştirisi,iktidar eleştirisi orantısızca, adeta müebbet bir sekilde can alıcı olmus. Bu eleştiriler tiyatral ve hicivsel sekilde peyda olmuştur; hiçbir zaman müptezelliğe, pespayeliğe varmamıştır. Ne yazık ki şimdi bunlardan eser yok. Keşke olsaydı; ancak 'keşke' lere de yer yok, unutmamak gerekiyor ki!
     Keşke o dönemdeki gibi her şey serbestçe, insanımızın istediği şekilde yaşansa. O dönemdeki dizilerde,yaşantıda insanların; istedikleri seyleri çoğunlukla 'kısmen' e vardırmadan yapabiliyor olmalarına imrenmiyor değilim. Mesela, sansürün günümüze nazaran o dönemde daha az olması.En basitinden içkilerin o dönem dizilerinde sansüre yenik düşmemesi, ... gibi. Karakterlerin boğaz manzaralı zevkü sefa sürmesi gibi. Eleştirinin cesurca yapılabilmesi gibi. Günümüzde ise çoğunluğa uyan şeyler tv köşelerinde gösteriliyor. Saçma sapan evlilik programları, büsbütün ihaneti konu alan diziler, sığ tartışma programları,... Maalesef ki yaşadığımız bu saçma döneme damgasını vuran tek şey reytingtir. Reyting de iyi işlerin önüne geçmektedir. Bizlerin de elini kolunu bağlamaktadır. Adeta, çaresi olmayan bir hastalık...
     Nitekim bu güzide dizi, Türk televizyon tarihine damga vuran ender yapımlardan bir tanesi olmuş ve bu alandaki ününü kimseciklere bırakmamıştır. Bu dizi/diziler sayesinde hiç değilse yakın geleceğimize 90'lar kuşağı olarak tanık olabildik. Türkiye'nin, hastalıklı modern Türkiye'ye dönüşüne şahit olabildik. Bunun için ne kadar şükretsek azdır!
     Kaygısızlar,Süper Baba, vs benim için cidden bu mide bulandırıcı yıllardan; bu yılların rezil ürünü olan dizi ve filmlerden bir kaçıştır. Eskiye özlem, bir yandan da şükrandır. Keşke o yılları bilinçli bir şekilde yaşayabilseydim...
     Bu fevkalade lezzetleri bize tattıran, bunların altında imzaları olan herkese çok teşekkür ediyorum! Bir kaygısızlar, süper baba, yazlıkçılar, bizimkiler, sıcak saatler, vs olmasaydı ne yapardık kim bilir...
     Şimdi sizlere diziden komik birkaç enstantane aktararak yazımı noktalıyorum:
** Memnun ile Sabriye kiralık ev ararlar...
     memnun: Evin manzarası var mı?
     emlakçı: var tabi! karşı apartmandaki aynayı biraz çevirin Çamlıcayı bile görür.
** memnun: İsmail gecen gun tras ettigin adami taniyor musun?
     ismail: Yok ya, adam beni tanisa bana tras yaptirir mi?(Bunun sebebi İsmail'in her yaptığı traşta, müşterileri deyim yerindeyse kan kaybından öteki tarafa boylatmasıdır.)
** Memnun ve İsmail ayni arabada trafik kazasi gecirirler ve esleri de onlari ziyarete hastaneye gelirler.
     doktor: Kime bakmistiniz?
     terbiye: Memnun Kaygisiz ve İsmail Kaygisiz.
     zeynep: Her seyimizi aldiniz bari soyadimizi rahat birakin be. bizim soyadimiz kaygisiz degil.
** kultigin: Memnun'u ilk gordugum yerde kusbasi dograyip kopeklere yedirecem.
     kursat: Bana versen de ben yesem ya.
     kultigin: Sus lan sacmalama (Kursat'in midesine yumruk atar).
     kursat: Beynime beynime vurma be abi.
** kultigin: Eleman, son duani et bakalim.
     eleman: Allah belanizi versin.
** eleman otobüse biner;
     eleman: Şu öndeki taksiyi takip eder misiniz, çabuk?!
     şöför: Ne diyorsun kardeşim sen, babanın malı mı bu?
     eleman: Ama benim Burcu'ya gitmem lazım?!
     şöför: Bu otobüs Burcu'dan geçmez; Mecidiyeköy'e kadar gider, binmeseydin...
** herkes Memnun'u sapık zanneder, polis peşindedir:
     komiser: Kaçma pis sapık! Bütün yollar tutuldu.
     polis: komserim, doğru mu bütün yolların tutulduğu?
     komiser: Yok lan. Kim uğraşır yol tutmayla şimdi. O salak anlamaz nasıl olsa.
** eleman: Taksi!
     taksici: Buyur abi.
     eleman: Yok ben binmeyecem. Halini hatrini sorayim dedim.
     taksici: Ulan su koskoca sehirde de deliler hep beni buluyor. Az once de arabama Aysel Gurel bindi zaten...
** alper:Abbiii, sen niye Burcu ablamızın bu dükkanda çalışmasına müsaade veriyorsun?
     kültigin: ee nolcak?!
     alper: Hani ablamız,erik gibi olduğundan, kobra vaziyetleri olmasın yanee.
     kültigin:Höst ulan! (Pat-küt)
     kürşat: Yanlış anladın abi. Alper kardeşimiz şöyle demek istiyor:Burcu ablamız taş gibi olduğundan götürürler yanee.
     kültigin:Susun ulan, öküzler, öküz! (Pat-küt girişir)
** Berber İsmail yine bir kurbanını traş etmektedir. Adamın yüzü kan revan içindedir. Bu arada dükkana kucağına koyununu almış, yaşlı bir amca gelir.
     yaşlı amca: Ben, İsmail'i arıyodum.
     ismail: Ee, benim.
     yaşlı amca: adaklık bir koyunum kesilcekti de. seni çok methettiler. iyi kasapmıssın.
     ismail: Ne münasebet. Ben kasap değilim. Git kardeşim! der ve seyirci yarılır...
** memnun: Ölürsem beni buraya gömün İsmail.
     ismail: Yav olur mu hiç? 3. kattayız seni buraya gömersek alt kattan ayakların sallanır."
** Memnun Kaygısız'ın dokunduğu insanların iyileştiği bölümde memnunun kapısında bir ordu insan birikir ve diyalog:
     memnun: İtişmeyin arkadaşlar hepinizi iyileştiricem.
     adam1: Mmemnun bey beni iyi edin ayağınızı öpeyim.
     adam2: Memnun bey beni iyi edin ben ayağınızı yalarım.
     memnun: Kızım biri beni arayacak olursa,onlara Memnun Bey,International Memnun Hastanesi'nde dersin.
** doktor : bunu size alistira alistira soylemem lazim ama.. 2 hafta omrunuz kaldi memnun bey..
     memnun : Yok mudur bir caresi doktor bey??
     doktor : Maalesef, tibbin bu konuda yapabilecegi birsey kalmadi.. Kader iste..
     memnun : O elinizdeki nedir doktor.. recete mi yoksa??
     doktor : Hayir. helva tarifi..
**  Kültigin haracını vermeyen adamla konuşmaktadır.
     ''Bak kardeşim haracını zamanında öde ki Süleyman Demirel'in siyaseti bıraktığını görecek kadar uzun yaşayabilesin!''

21 Haziran 2016 Salı

Bolluk İçindeki Günlerimiz Sayılı!

                                                               THE EDUKATORS
     

     Bugünkü yazım The Edukators,türkçesiyle Eğitmenler filmi hakkında olacak...
     Elveda Lenin filminden sonra bir Alman filminden bu denli etkilendiğimi sizlere itiraf etmek borcumdur.
     3 kişiden oluşan genç -Peter,Jan,Jule- zenginlerin evine gizlice girip,onların evlerinin eşyalarını değiştirerek ve onlara ürkütücü notlar bırakarak,zenginleri tedirgin etmeye ve onları düşündürmeye çalışırlar; ancak işler bir gün hiç de istedikleri gibi gitmeyecek, 'Hardenberg' adlı bir zengini kaçırmak zorunda kalacaklardır...
     Peter ve Jan, tabiri caizse zenginlerin evine gizlice girerek, onların ev eşyalarının yerlerini değiştirirler,onlara ilginç mahiyette notlar bırakırlar: 'bolluk içindeki günleriniz sayılı' gibisinden. Bunları kaosa götürmeden, adeta sessiz bir devrimle yaparlar. Garip olansa,bu evlerden bir tek eşya çalmadan bu işleri hallederler.İşin esprisi de burada yatar...
     İlginçtir ki Peter ve Jan, mütemadiyen devrimden bahsedip durmalarına karşın, devrimin gerçekliğine de inanmazlar...
     Filmin ilk sahnesinde, 2 aktivist alman genci bir spor mağazasına giderler ve o spor mağazasını ziyaret eden insanlara, 'burada satılan ayakkabılar günlük 1 euroya çalışan filipinli ve endonez çocukların eseridir' seklinde açıklamalarda bulunurlar ve polis zoruyla mağazadan çıkartılırlar. Gençlerin: ''Devlet de kapitalizmin yanında!'' tümcesi bizlere adeta gark olur,nakşolur ki hakikaten öyle değil midir? Günümüzde devlet,kapitalizmin filebekçiliğini yapmamakta mıdır?!
     Başka bir sahnede de şık bir restoranda orta yaş bunalım takılan 2 çift Alman, Jule'ye içecekleri brandy için getirdiği bardağın 'yanlış' olduğu uyarısında bulunurlar.Bizleri daha da irrite ederler.Kabullenemedikleri şeye bak anasını satayım?! Bir boka derman olamayan bu tipler, kızcağıza bu denli saçma sapan bir uyarıda bulunurlar. Kapitalist düzen, işte böylesine iğrenç, işe yaramayan, asalak tiplerin aptalca istekleri, hırsları, açgözlülükleri nedeniyle varolmaya devam eden sistemdir; kısacası yakıtı:ego, hırs, kısa yoldan zengin olma, zenginliklere zenginlik katmadır...
     Orta sahnelerden birinde de Jan, Jule'ye; Avrupalıların günlerinin en az dört saatlerini, televizyona ayırdıklarından dem vurur.Bu ciddi anlamda korkunç bir rakamdır.Anarşiye,düzen karşıtlığına 68 döneminde uzun saçın ve uyuşturucunun bile yettiğini; ancak simdi bunların söz konusu olmadığını,bir marketten bile rahatlıkla 'che' tişörtünün alınabildiğini beyan eder.Yani devrim,düzene karşı durmak,günümüzde deyim yerindeyse ayağa düşmüştür... Okulun, ailenin kapitalizmi insanlara aşılamasından da oldukça şikayetçidir Jan. Hayatları boyunca sergiledikleri masum mizansenin, çalışmanın zenginlere yaradığından da fazlaca şikayetçidir Jan'cığım... Yine Jan'ın,Hardenberg ile konuşmasında: '' Bizi, publarda boş boş devrim muhabbeti yapanlardan mı sandın?! '' diyerek seyirciyi dumurlardan dumurlara sürüklemiştir... Buna mukabil Peter'ın, Hardenberg ile yaptığı bir muhabbette: ''Silahı icat edeni değil; tetiği çekeni suçlayacaksın.'' söylemi filmin ana temasını bizlere söz konusu kılıyor.
     Filmde, Hardenberg'ün amiyane tabiriyle 'özgür aşk' teması da ciddi bir şekilde vuku bulmuştur. İlk etapta Peter ile Jule beraberken,daha sonrasında Jan ile Jule'nin tanışmaları ve birbirlerine aşık olmaları; işlerin seyrini epeyce değiştirmiştir. Peter, durumu öğrendiğinde ise duruma tavrı ilk etapta sert olmuş; fakat sonrasında bu, kabullenmeye evrilmiştir. Sosyalizm,Anarşizm,Devrim,Karşı Duruş,... gibi temaların yanında bu 'özgür aşk' temasının çok da ciddi durduğunu düşünmüyorum...
     Yönetmen Hans Weingartner, devrimin nasıl olmasını gerektiğini ortaya koymuyor, bize sadece ve sadece oldukça didaktize edilmiş, eğlenceli saatler vaat ediyor. Filmde öyle fazlaca altmetinle de karşı karşıya değiliz; bu da filmin seyirliğini artırmış vaziyette. Hans'ın yaptığı güzellik, bizim gibi safdil insanların bir parça içimizde yaşattığı, muhalif taraflarımızı gün yüzüne çıkartması...
     Filmdeki,ekşi sözlük yazarının kullandığı deyimle içi boş retorikler pek de hoşuma gitmedi. Bunlar olmasaydı, filmin güzelliği, etkileyiciliği ilelebet payidar kalırdı...
    Bu güzel 127 dakikalık şölendeki bazı sözler çok hoşuma gitti: ''Manche menschen andern sich nie'' Yani meali:Bazı insanlar asla değişmez. Yine ''Jedes herz ist eine revolutionare zelle!'' Meali:Her yürek,devrimci bir ruh taşır.
     Müzik anlamında, Beige GT,Jeff Buckley,Jeff Cole,Freddy Quinn,... gibi sanatçılara selam durulması beni yine dumurdan dumura uğrattı. Bilhassa Jeff Buckley'nin ''Hallelujah'' parçası çaldığı an neler hissettiğimi size anlatamam...
     Ezcümle,filmin serkeşliği pek hoşuma gitti. Özellikle bazı yerlerdeki vurgular, beni filmin o naif dünyasının içine daha bir fazla çekmeye yetti de arttı bile. Bu filmi ve muadilleri olan Elveda Lenin,Das Leben Der Anderen,Der Baader Meinhof Komplex,The Dreamers ve Das Experiment'ı izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Hiçbir şey kaybetmez; aksine çok fazla şey kazanırsınız.
     Alman sineması gerçekten etkileyici bir sinema.Bazan diyorum da bir Eğitmenler var bir de bizim 'güya' bağımsız filmler...

  
Kaynakça:
1-eksisozluk.com
2-filmloverss.com
3-http://www.celebialper.com/sinema/the-edukators-hans-weingartner-almanya.html
4-http://sinekiyatri.blogspot.com.tr/2010/05/edukators-egitmenler-2003.html
5-almanbagimsizsinemasi.com.tr
    
    

14 Haziran 2016 Salı

Kieslowski'nin Aşk Üzerine Kısa Bir Film'i

     Belki adı aşk üzerine 'kısa' bir film; ancak üzerinde 'uzunca' düşünülmesi ve konuşulması gereken bir film.
     Film,tipik sovyetimsi bir metropolde geçmekte.-ki Polonya'nın eskiden uydu bir devlet olduğunu göz önüne alırsak...- Karşılıklı,mesafesi birbirine oldukça yakın 2 koca apartman...gerisini siz düşünün...Bu anlamda yönetmenin yer seçiminin de harikulade olduğunu belirtmeliyim.Böylelikle insanlarin hem birbirlerine hem de kendilerine ne denli yabancılaştıklarını yönetmen üstün bir şekilde ortaya koymuş.Bu bağlamda film bana göre 'aşk' mefhumundan ziyade 'yalnızlık' mefhumu üzerine kurulu.
     Bu blokların birinde oturan 'Tomek' adlı genç gün be gün karşı sitede oturan 'Magda' adlı bayanı deyim yerindeyse,bir tür teleskop aracılığıyla 'dikizler.' Tomek,yaptığı bu davranışın etik olarak ne denli yanlış olduğunun farkında olmasına rağmen; kendini bunu yapmaktan bir türlü alıkoyamaz...
Magda'ya bir türlü açılamaz; çünkü çocukluğu oldukça sancılı geçmiş,halihazırdaki illet,olmaz olasıca modern yaşam onu,derin bir yalnızlığa ve çekingenliğe sevk etmiştir.
     Tomek,bir postane görevlisidir; bu konumunu ona ulaşmak için kullanmaya adeta ant içmiştir.
     Magda'ya sahte mektuplar,vs yollayarak onun postaneye gelmesini sağlamaktadır; bunun dışında Tomek,Magda'nın süt içmeyi sevdiğini bildiği için süt servisçiliğine de başlamıştır.Süt,Magda'nın aslında ne kadar naif bir ruha sahip olduğunu gözler önüne serer.Bir gün bu gizli takipler gün yüzüne çıkar...Magda: ''Benden ne istiyorsun? Niye,böyle şeyler yapma gereği hissettin?'' diye sorduğu vakit Tomek: ''Hiç!'' cevabını buyurur ve böylelikle bizatihi onun Magda'ya karşı ne kadar samimi ve duygusal hisler beslediğini anlamış oluruz... Ancak Magda ile Tomek'in benzer yanları olduğu kadar farklı yanları da mevcuttur.Bu yanlar,ikilinin arasında birtakım aşılmaz setler çekilmesine neden olacaktır...
     Bir kere Tomek daha 19'unda genç bir delikanlıdır ve hayatın sillesini henüz yememiştir.Magda ise orta yaşlarında bir kadındır.Yani aralarında yaş ve de dolasıyla tecrübe farkı mevcuttur.Tomek'in aşk anlayışı,Türk filmlerindeki gibi içtendir.Buna karşın Magda'nın aşk anlayışı ise 'seks' mefhumu üzerine kuruludur.Bir yandan da öyle bir ortak yanları vardır ki iste bu yan onları bir sekilde; müsterek tarafta bulusturacaktır...Bu ortak yanları:'yalnızlık' tır...
     Tomek,Magda'ya kahve içme teklifinde bulunur.Magda,teklifi kabul etmiştir.Buluşmalarında Tomek,dondurma istemiştir.Bu,onun daha ne denli çocuk ruhlu olduğunun bir göstergesidir.Hatta Tomek'in burada heyecanını,bu heyecanın vücut verdiği ateşini bastırmak için kulağına buz tuttuğu sahne; sinema tarihinde 'unutulmazlar' arasında çoktan yerini almıştır...Magda ise kırmızı şarap almıştır.Kırmızı şarap,onun aşka ve dolayısıyla cinselliğe bakışını vurgulayan bir nesnedir.Neyse... Bu kahve içmeli güzel sohbette ikili,aşk anlayışlarından bir az söz ederler.Magda,aşkın 'cinsellik' ten ibaret olduğunu üstüne basa basa söylese de Tomek,hislerden vaki olduğunu ortaya koymaya çalışır.Elbette ki her insanın 'aşk' kavramına bakışı farklıdır.Bana göre ise aşk,beyinsel bir olay,seks ise duygusal bir olaydır...
     Magda,Tomek'i evine davet eder.İşte ne olduysa,bu ev ziyaretinde olmuştur...Magda,Tomek'e ''Seks yaparken beni izliyor muydun?'' diye sorar.Tomek,ilk başlarda evet; fakat sonradan hayır cevabında bulunur.Muhabbet koyu bir hal aldığında Tomek ile Magda yakınlaşır.Tomek,Magda'nın kadınsı bölgelerine temas eder ve bir süre sonra erkeksel duyguları kabarmak suretiyle,boşalır.Magda,Tomek'e ''İşte aşk bu kadar!'' der ve onun saf,temiz aşkıyla adeta alay eder...Tomek bu durumdan çokça rahatsız olur ve evine adeta 'kaçar.' Tomek,o çocuksu saflığını yitirmiştir artık...
     Magda,yaptığından pişmanlık duymuş ve evinin camına 'özür dilerim' pankartı bile asmaya temayül edecek vaziyete gelmiştir.Artık iş işten geçmiştir.Tomek,bileklerini kesmek suretiyle intihar etmiştir; fakat inanın Tomek'in intiharının nedeninin,aşkının saflığını yitirdiği düşüncesinden dolayı mı vaki olduğu yoksa,aşkının Magda tarafından alaya alındığı düsüncesinden ileri geldiği mi konusunda şüphelerim var... Fakat ben,Tomek'in o temiz aşkının ortadan kalktığı düsüncesinden dolayı intihar ettiği kanaatindeyim.
     Magda,Tomek'in intihar ettiğini öğrenir ve medeni cesaretle Tomek'in evine gitmiştir.Tomek,sessizce,derinden,iştiyakla,hayatın acı yanlarını yüreğinde hissetmeden,uyuyordur.
Bu sahne aşkın en saf halini bizlere anlatır.Aslında olması gereken de budur...
     Son sahnede ise Magda'nın Tomek'in gözünden birlikteliklerini gözledikleri sahne ise yine sinema tarihini derinden etkileyen sahnelerden birisi olarak kayda geçer ve film müthiş bir şekilde sonlanır.Bu sahnede ilginç olan detaysa,Magda'nın bu durumu gözlediği teleskobun üstündeki kırmızı örtüydü.Bu kırmızı örtü,onun ilişkiye,aşka bakışının nacizane bir özeti niteliğindeydi...
     Benim fikrimce filmin bam teli:'yalnızlık' temasiydi.Tomek,iflah olmaz bir yalnızdı.Her aksam belli bir saatte teleskobun başına geçip,Magda'yı dikizlemesi,sorunlu bir çocukluk,gençlik dönemi yaşaması,hiç arkadaşının olmaması,annesi ve babasıyla yaşamaması ki dolayısıyla bu yüce sevgiden mahrum kalışı,bu durumu gözler önüne seriyor; keza Magda da iflah olmaz bir yalnızdı.İşin garip yanı Magda,bu yalnızlık durumunun fazlasıyla farkında bir görüntü sergiliyordu.Yani daha bilinçli bir yalnızlık sanrısı çekiyordu.Hatta filmin bir sahnesinde süt döküldükten sonra uzunca bir süre o dökülen sütü seyredişi bunu açıklıyor.Magda,yoğun farkındalığına sahip yalnızlığını,evine aldığı erkeklerle cinsel ilişki yaşayarak destroye etmeye çalışıyordu; bu ferfeci yalnızlığı aşka bakışını doalyısıyle hayata bakışını bir hayli değiştirmişti.Sözün özü,benim filmden edindiğim asıl izlenim:19 yaşında bir çocuğun kendinden yaşça büyük bir kadına duyduğu aşk ile karışık hayranlık değil; iki insanın acınası yalnızlık buhranlarıydı.-çocuğun hissettiği duyguya aşk demem tam anlamıyla mümkün görünmemekte; fakat aşk değil demem de bir o kadar ayıp.Böyle desem,çocuğun o saf o temiz hislerine saygısızlık etmiş olurum...-
     Filmin bana kattıkları,aşkın oldukça yüce bir duygu olduğu gerçeği; hafife alınamayacak kadar yüce olduğu... Filmde verilmek istenen bana göre,aşktan ziyade,takıntı,yalnızlık gerçekleriydi.Modern zamanın,insanları,git gide kendi kabuklarına çekilmeye zorladığıydı...
     Zbigniew Preisner'in müzikleri ise filmi oldukça görkemli kılmaya yetti de arttı bile.
     Ez cümle,Kieslowski'ye,Presiner'e ve filmin oyuncularına bu muhteşem filmi hasıl ettikleri için ayrı ayrı teşekkür ediyor,ve onlara derin saygılarımı sunuyorum...

Kaynakça:
1-eksisozluk.com
2-filmloverss.com