20 Mayıs 2016 Cuma

Unutmak...

     İnsan unutkan bir varlıktır diyoruz ya bence bu külliyen yalan!
     Ademoğlu, bazı şeyleri ne kadar unutmaya çabalasa da bence boşuna uğraş veriyor.Bu beyin denen meret olduktan sonra...
     Yaşadığımız bir olay,durum ya da ufak bir anı parçası;unutmak istediğimiz şeyin üzerinden ne kadar zaman geçse de başka yaşanılan şeylerin etkisiyle (tesadüf,3.kişi söylemleri,vs) bir şekilde kendini ortaya çıkarır ve sanki o unutmak istediğimiz şey;tıpkı dün yaşanmışçasına bize hissiyat verir.Bu hissiyatın tadı çok acıdır,ekşi bile değildir.
     Shakespeare: ''Geçmiş,önsözdür.'' demiş çok da doğru bir laf etmiş.İnsanın,şu aşamada geçmişinin izlerinden kurtulması pek de mümkün görünmemekte.Bunu,Eternal Sunshine Of The Spotless Mind'ta gördük.Beyin çabalasa da bazen kalp unutturmaz.Bu noktada William Faulkner'ın: ''Geçmiş asla ölü değildir;geçmiş geçmiş bile değildir.'' lafını da aklımızdan hiç çıkarmamamız gerek.Geçmişimizi ne kadar unutmaya,unutturmaya çabalasak da o hiçbir zaman aklımızdan,kalbimizden silinmez...
     İnsan,ne olursa olsun yine de güçlü olmalı,dik durmalı;çünkü insan,güçlü bir varlıktır.-en azından güçlü sanımızı devam ettirsek hiç de fena olmaz.-Yolumuza da kaldığımız yerden devam etmeliyiz,yaşadıklarımızdan ders almalıyız.Buna mukabil,gelecekte ne olacağını hiçbirimiz kestiremeyiz.Belki de gelecekte yaşayabilme olasılığımız olan güzel şeyler,bu unutmak istediğimiz bazı yaşanmışlıkların ve bitmişliklerin üzerine bir nebze de olsa ufak bir set çekecektir.Kim bilir...Dolayısıyla,hayata hep güzel bakmalıyız.Biz insanız ve bu insan olmanın bir getirisi.Unutmak istediklerimiz,hayatımızı zindana çevirmemeli,bize prangalar takmamalı.İnsan doğası gereği özgürdür,unutmaya çabaladıklarımız birer pranga.İşte bakınız,bunu ''unutmayınız'' Zaten ömrümüz o kadar kısa ki,hafızadan silme çabası içerisine girerek,bize bahşolunan bu güzel ömrü heba etmemeliyiz...
     Her zaman bu hususta cesur olmamız gerek;ancak korkak insanlar ölümü bin defa tadarlar...
     İnsan denen hayvan,unutmaya çalıştıklarıyla,yaşadıklarıyla,yaşayacaklarıyla,iyi yahut kötü anılarıyla vardır.Bunlar olmasa,insan olma vasfımızı nereden edinecektik ki?
     Son olarak biraz da egzistansiyalizm (varoluş) bilsek hiç de fena olmaz dostlarım.
    
    

5 Mayıs 2016 Perşembe

Hepimiz Otomatik Portakal Olma Yolundayız!

      ''Yazacaklarım ağır spoiler içerir dostlarım,bilginize!''
      Evet dostlarım,yanlış duymadınız,hepimiz birer otomatik portakal olma yolundayız.Peki otomatik portakal ne demek?!
     Arkadaşlar bugünkü yazım biricik üstad Stanley Kubrick'in Otomatik Portakal filmi üzerine olacak.Filmi izledikten sonra,otomatik portakal deyişinin anlamını araştırdım derhal.Otomatik portakal:olabilecek bütün gariplikleri içerisinde barındıran kişi anlamında kullanılan;İngiliz argosunda bir deyiş;buna ilaveten orang kelimesi de malaysia dilinde insan anlamına geldiğinin altını çizmeliyim.
     Aynı zamanda filmin,bir romandan uyarlama olduğu gerçeğini size aktarmam gerek.Anthony Burgess'ın ''A Clockwork Orange'' adlı romanı.Stanley Kubrick kitabı bir günde okumuş(okuduktan sonra birçok araştırma neticesinde filmini 1971 yılında ortaya koymuş) ve bu soluksuz okumadan sonra hem kendi hayatını hem de biz sinemaseverlerin hayatlarını değiştirmiş...Sen sağ ol üstad...
     Filmde o kadar cok ayrıntı,o kadar çok eleştiri,o kadar çok metafor var ki bunları sizlere açıklamaya çalışmak ve dolayısıyla sizleri filme tandanslamak uzunca bir süreç alacak...
     Film,distopik bir gelecekte geçmektedir;distopik gelecekte geçtiğini bas bas bağırarak;detaylarıyla ortaya koymaktadır.
     Açılışı öyle bir müzikle söz konusu oluyor ki sizi bir anda filmin içine çekiveriyor...Bu müzik,İngiliz Bestekar,Opera Yazarı Henry Purcell'ın ''Music for the funeral of queen mary''si...Orjinal hali değil,tamamiyle aranje edilmiş haliyle size servis ediliyor.Bu muhteşem müziğin yanısıra size Yönetmen,aynı güzellik ve gariplikte filmin başlangıç sahnesini izlettiriyor.Bu sahne,Korova Milk Barı adında tuhaf,fütüristik bir yerde geçmekte.Filmin antikahramanı Alex ve 3 kankası seyirciyi selamlıyor,davetkar tutumla adeta izleyiciyi filme davet ediyor...
     Bu enteresan yerde Alex ve arkadaşları,moloko,vellocet,synthemesc,drencrom karışımlı bir süt içerler;bu süt onları şiddete hazır ve nazır hale getirir.(Sütün enteresan olduğu,mankenlerin cinsel organları aracılığıyla içilebilmesinden hasıl olmaktadır.)Bir başka blog yazarının da mükemmel tespitinde sunduğu gibi sütün masumiyet sembolü olma özelliğini bu sahneyle beraber algılıyoruz;ancak deriz ya anne sütü falan diye,süte bu tarz bir kutsiyet atfederiz işte tam da o noktada atfettiğimiz kutsallık;üstadın bu müthiş introsu ile birlikte yerle yeksan oluyor ne yazık ki...Sütün içiminin de bu intro vasıtasıyla görkemli bir şekilde estetize edilmesi gözlerden kaçmıyor...İlaveten,genişten izlediğimiz bu sahnede bir ayrıntı gözümüze ilişmektedir:Alex ve arkadaşlarının giydikleri beyaz kıyafetler ve siyah fötr şapkalar,19.yy Burjuvalarının giydiği günlük kıyafetlerdir.Stanley bu durumla bildiğin muhteşem bir şekilde alay eder.Ek olarak,Korova Süt Barı'nda takılan diğer gençlerin polis kıyafeti,asker kıyafeti,vs giymesi çok da şaşırtıcı olmasa gerek...Şiddet tekeli aslında ziyadesiyle kolluk aygıtında,toplumun üst tabakasında müteşekkildir.
     Bu sahneden sonra artık Alex ile dostları yaygın ve seri şiddet hareketlerine hazırlardır;bu durumdan ilk nasibini alacak kişi de bir yaşlıdır...



     Bu sahnede yaşlı amca artık gençlerin,yaşlılara hiç saygısı kalmadığını ve gençlerin yaşlılara şiddet uyguladığından bahsetmektedir.Garibim,bahsettiği şeyin başına geleceğini nerden bilebilsin ki...
     Alex,genç-yaşlı-çocuk demeden içindeki o şiddet duygusunun dışavurumunu hunharca ifa etmekte ve bu durumdan sadist bir zevk almaktadır...
     Ardından şiddet sırası daha genç kişilere gelmektedir...
    Burada,birkaç ayrıntı gözüme çarptı.Birincisi,arkada Stanley Kubrick'in yüzünün suretinin mevcut olduğu maske.İkincisi,Billy Boy ve çetesinin asker kıyafetleri giymesi;yani şiddetin toplumun her katmanında söz konusu olduğunun metaforik anlatımı...Üçüncüsü ve en kötüsü,artık tecavüzün tamamen normalize hale gelmesi...Çetenin,nazi üniformaları giymesi de bir dönem Avrupa'yı şiddet sarmalının içine sokan Nazilere bir göndermedir.
   
     Bu sahnede de zaten muhteşem thieving magpie'ın estetize ettiği muhteşem kavga vaki olmaktadır.Şiddet,yaşlı-genç demeden toplumun her katmanına bir virüs gibi sızmıştır...
    Billy boy ve çetesiyle yapılan kavganın ardından Alex ve çetesi,o dönemin son model arabalarından Durango 95'e,çalmak suretiyle binecekler ve bir sonraki mağdurlarına ufak bir ziyaret yapacaklardır;ancak ne var ki bu ziyaret,ziyadesiyle tatsız olacaktır...
    Sizce 70'li yıllarda Durango 95 diye über hızlı bir arabanın varolması mümkün mü?Alex'in araba hakkındaki açıklaması da dilime pelesenk oldu:''o tam bir horrorshow!''
   
 
      Burası,daily mirror gazetesinin hükümet karşıtı,muhalif yazarlarından birinin,eşiyle birlikte yaşadığı yerdir.Bu sahnede,yine fütüristik dama vizyonlu parke düzeni dikkat çekmekte;fakat daha önemlisi insanların şiddetten yıldığını,korktuğunu,belli bir saatten sonra kepenklerini kapatmasından algılıyoruz...
      Kadın,Alex'e kapıyı açmak istememektedir;fakat Alex yalan söyleyerek kadına kapıyı açtırmış ve şiddete ''Are You Ready?!'' nidasıyla merhaba demektedir.

     Bu sahnede de bize I'm Singing In The Rain gibi harikulade,hayat dolu bir şarkı Alex'in ağzından nakşolunmaktadır;fakat işin ilginç yanı bu hayat dolu şarkı esnasında saf şiddetin vaki olması ve ardından bu şiddetin ürünü olan tecavüzün hasıl olacak olması...
     Bu sahneden sonra yine şiddetin aydın,elit kesim dahil olmak üzere büsbütün toplumun bütün halkalarına yayıldığını gözlemleyebiliyoruz...Ne kadar acı bir tablo öyle değil mi?!
     Ardından birkaç sahne sonra nihayet Alex'in yuvasına tanık olma şansı elde edebiliyoruz...
     Ne kadar da hoş değil mi?Muhteşem bir beethoven tablosu,İsa suretleri,Beethoven'ın 9.senfonisinin bestesinin bir sureti ve yanısıra muhteşem plaklarla dolu dehset derecede nefis bir oda ile karşınızdayız sayın seyirciler...Evet,Alex iflah olmaz bir beethoven fanıdır...
     Alex'in sanatçı yanına tanık olduk değil mi?Arkadaşlar,genel itibariyle suçluların büyük çoğunluğunun farklı eğilimlerine,özel zevklerine hep tanık olmuşuzdur.Örneğin:Doctor Hannibal Lecter'ın da tıpkı Alex Delarge gibi müzik sevmesi...Nihayetinde onlar da insanlar,her ne kadar katil olsalar da.


      Alex'in kurbanlarından topladığı bu ganimete odaklanılması bana biraz tuhaf geldi.Yani Alex'in basit bir suçlu mu olduğu,suçu zevk için mi yaptığı,yani suçu suç olduğu için mi işlediği gerçeğini sanki biraz seyirciye bırakmış gibi Kubrick...Bana göre Alex,evet belki diğer adi suçlulara nazaran biraz daha farklı;ama bir Joker de değil.Tamamiyle suçu suç olduğu için zevkli bir iş olarak gördüğü için işleseydi;kurbanlarından arta kalan değerli ziynetleri toplamazdı diye düşünüyorum....
     Alex'in yılanı da dikkat çeken bir diğer nokta.Yılan,Alex'in sevgisini verdiği yegane şey.Onun için bir kaçış aslında.Alex'in belki de hayattaki tek dostu...
     Alex'in odasından birazcık ama birazcık dış dünyaya açıldığımızda evin diğer kısımlarının fütüristik bir yaklaşımla restore edildiğini görüyoruz.Mesela Alex'in annesinin mor renkli saçlarını günümüzde şuan herhangi bir kadında görüyor muyuz?(Kadın çok aykırı olmadıkça)Bunlar tamamiyle filmi fütürize eden unsurlar.Bilinmeyen,fakat gelecek bir yaşamda yaşanıldığının kanıtları.
     Bu sahnelerden sonra Alex'in über hızlı,William Tell Uvarture çeşnili seks sahnesini görmekteyiz.Stanley Kubrick,bu sahneleri saniyede 2 kare koymak suretiyle söz konusu kılmış.Seksi,müzikle harika şekilde müteşekkil kılarak estetize etmeyi;sinema sanatının en güzel inceliklerini kullanmayı ihmal etmemiş Stan.Üstadımıza kocaman alkışlar...
     Bu sahnede aslında grup içindeki liderlik çatışmasının sonucunu görmekteyiz.Ayrıca Alex'in şiddet iştiyakı,arzusu,hevesatından kankaları da nasibini almıştır.Alex'in gözü hiçbir şeyi görmez,şiddet onun için hayatının vazgeçilmez parçasıdır.Sorunların çözümü de yine şiddetle olacaktır onun için.Alex,kendisini arkadaşlarına nazaran zeki görmektedir.Grubun lideri o olmalı,arkadaşlarıysa onun sadece elemanları olmalıdır.

     Burada Alex,görüntüdeki catwoman diye nitelendirilen bir tuhaf kadınla kapışmaktadır.Bu kapışma da yine muhteşem bir uvartürle bize nakşedilmektedir...Alexi,Catwoman'ı onun ''sanat eseri'' olarak nitelendirdiği penisle öldürmüştür;fakat onun bu cinayeti belki de son cinayeti olacaktır.Çünkü arkadaşları tarafından ispiyona maruz kalmak suretiyle polise yakalanacaktır...Arkadaşlarının,kendisinin şiddetinden bıktığını burada anlamış oluyoruz.Mecazen,film burda kopuyor işte...

     Alex,artık polislerin elindedir.Gözaltı sürecinde,birtakım hukuksuzluklara maruz kalmaktadır.İngiliz polisinin ifade alma yöntemi hukuksuzdur.Polisler,Alex'in suratına tükürmektedir,ona bilimum fiziksel şiddet uygulamaktadır...Şiddet,toplumun bütün katmanına yayıldı dedik ya,bu tezin doğruluğunu devlet görevlileri de Alex'e yaptıkları şiddetle tam olarak kanıtlıyorlar.
Bundan sonra zaten bizi Alex'in hapse atılması ve infaz süreci bekliyor...


      Bana burda kimse demesin ki yok efendim üst araması,inceleme vs diye.Bildiğin devlet,burada bireye karşı olan üstünlüğünü ortaya koymaya çalışıyor.Filmdeki mevcut sahneyle de bu durum sembolize edilmiş.Şiddetin farklı yüzünü burada görmekteyiz.Bireyi o ne olursa olsun çıplak bir şekilde incelemek onuruna hakarettir...''Bak,ben istersem senin donuna kadar alırım.'' demenin güç aygıtı nezdindeki sofistike zevki,hazzı...
     
      Hapisanelerde,eşcinselliğin ne boyutlara vardığını Stanley Kubrick espritüel biçimde ortaya koymayı unutmuyor.


      Hapis sürecinde mahkumların dinle adam edilme,hizaya getirilme çabalarını bu sahneyle beraber görüyoruz.Marx'ın ünlü ''Din,toplumların afyonudur.'' lafını adeta doğrular nitelikte...
      Hapisane Chief Guard'ının da Hitler benzerliğini eminim hepinizin dikkatine şayan olmuştur...Onun gibi sert,keskin,net konuşması,duruşunun onun gibi olması...
      Şunu da unutmamak gerek ki,din yanlış insanların elinde gerçekten tehlikeli bir silah olabilmektedir,örneklerini çokça gördük...
      Gelelim fasulyenin faydalarına...

      Alex'in,kaldığı hapisaneye bir gün devlet görevlisi gelir.Bir deney programından bahseder.Bu deney programına katılanın hapis cezasının sonlandırılacağını/mahsup edileceğini bildirir.Alex de onun bahsettiği sırada konuşmaları duyar,daha neyin ne olduğunu tam olarak bilmeden konuşmaya atlar ve bu ne idüğü belirsiz programa gönüllü olur.İşte ne olduysa bundan sonra olur...
     
      Alex,devlete ait,özel araştırmaların,çeşitli tedavi yöntemlerinin denendiği,yapıldığı bir kliniğe nakil olur.Başına neler geleceğinden bihaberdir...İlk başta her şey güzel gider;fakat daha sonra Alex,bu işte bir bit yeniği olduğunu fark eder;ancak çok geçtir...
      Beyin yıkama sahnesi,şiddetlerin en şiddetidir...
   
      Alex'e Beethoven'ın o eşsiz müziği eşliğinde çeşitli şiddet görüntüleri ve benzeri menfi olarak addedilebilecek görüntüler izlettirilerek ona bir çeşit şartlı reflex güdüsü empoze edilmiştir.Buna filmdeki adıyla ''Ludovico Tekniği'' denir.Pavlov'un köpeklerine yaptığı klasik koşullanma şartı bir anlamda bu filmle gerçekliğe kavuşmuştur.Pavlov'un deneyinde,köpeklere zilin çalınmasıyla beraber et verilir sonrasında et verilmez sadece zil çalınır;zilin çalınmasıyla köpeklerin ağızlarından salyalar akmaya başlar.Alex'in durumu da bizatihi kendisine uygulanan tedavi sonrasında Pavlov'un meşhur köpeklerine benzemiştir...Çünkü Alex de bu tedavi sonrasında,şiddet uygulamak isteyecek;fakat uygulayamayacak,seks yapmak isteyecek;fakat yine başarısız olacaktır...
      Alex için Beethoven o kadar değerli ve nadidedir ki,Alex bu görüntülerle beraber arka fonda Beethoven müziği çalınmasına ziyadesiyle içerler;ancak onun bu içerlemesi nafile çabadır...
      Alex,klinikten çıktıktan sonra ilk etapta her şey güzel gider;fakat önüne bir takım sürprizler de çıkacaktır...O evden ayrıldıktan sonra,ailesi evine bir yabancıyı kira karşılığında oturtturur.Alex'in,odasındaki ganimetine,yılanına el konur.Ailesi,Alex'i sözde düzelmesine rağmen evine buyur etmez...Alex,durumlara oldukça hüzünlenir,evinden ayrılır.
   

      İlk başta,karşısına filmin ilk sahnesinde hatırlayacağımız üzere şiddet uyguladığı yaşlı adam karşısına çıkar.Yaşlı adam onu hatırlar ve diğer yaşlı arkadaşlarıyla beraber ona şiddet uygulamaya başlarlar.Bu,yaşlıların gençlere karşı savaşımıdır.Karşı şiddetin ta kendisidir.Bildiğimiz anlamda şiddet ne kadar kötüyse karşı şiddet de bir o kadar kötüdür.Hiçbir açıklaması yoktur,olamaz da...
      Alex,yaşlılardan şiddet görürken olay mahalline 2 polis gelir ve Alex rahat bir nefes alır;ancak Alex için sonun başlangıcı vaki olur;çünkü olay yerine gelen polisler Alex'in eski arkadaşları Georgie ve Dim'den başkası değildir.Alex,hapisteyken devlet tarafından bazı şiddet bağımlısı gençler polis yapılmıştır.Böylelikle şiddet güdülerinin bu yolla tatmine edilmeleri sağlanmak istenmiştir;ancak bu oldukça budalaca bir yöntemden başka bir şey değildir.Neyse...




      Alex,bu fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere polis arkadaşları tarafından bir ormana götürülür ve öldüresiye şiddete maruz kalır.Arkadaşları hem intikam almıştır,hem de şiddet güdülerini doyurmuştur...Karşı şiddetin aman bile demiyor anlayacağınız.
       Kaderin cilvesi mi desek ne desek arkadaşlar bilemiyorum ama Alex,polis şiddeti gördükten sonra daha önceki kurbanlarından olan yazarın evine gelir.Alex kötü durumdadır.Yazar,ona yardım eder;fakat bunun bir karşılığı olacaktır...
       Yazarımız,Alex'in kendi karısının ölümüne sebebiyet veren kişi olduğunu anlar ve bir taşla 2 kuş vurma hazırlıklarına girişir.

        Yazar,planlı biçimde Alex'în ölümüne neden olacak.Bunun olma nedenini devlete bağlayacak hem de Alex'ten intikamını almış olacaktır.Karşı şiddet,aydın kesimde bile vuku bulmuş vaziyettedir anlayacağınız.Yani insan ne kadar aydın olursa olsun eski zamanın kısasa kısasını benimsemiştir her daim...
       
       Yazarımız,Alex'e Beethoven dinletir.Beethoven,Alex için delirme ve intihar nedenidir artık.Eski Alex,Beethoven dinlerken şiddet düşünürken bu artık yerini sanrılara,bulantılara,pyromanialara bırakmıştır...
        Sonuçta Alex artık daha fazla dayanamaz ve intihar eder...



      Hakikaten and then sleep...Alex,ölümü bir uyku gibi karşılamakta ve onu kurtarıcı bir son çare gibi görmeye başlamaktadır...
      Bu olaydan sonra Alex,gözlerini hastanede açar.Hastanede çeşitli tetkiklere tabi tutulur falan filan derken hükümet sözcüsü hastaneye Alex'i ziyarete gelir.Alex'e,artık her şeyin daha güzel olacağını,ona yeni bir iş verileceğini,hükümetle işbirliği yapması gerektiğini,yazarı sürklase ettiklerini,Alex'in bizatihi kendisine bildirir...Hatta bununla da kalmaz Alex'e kendi eliyle yemekler yedirir.Kamuoyu önünde şov yapmayı da ihmale getirmez ehehehe...


      Filmin sonunda Alex'in gözleri,aklındaki düşünceleri neyin ne olduğunu,ne olması gerektiğini ortaya koyar nitelikte...
      Şunu da söylemek gerekirse olağanca şiddet hareketlerine karşın bir o kadar dürüst olan Alex,hastanede devletle müzakere etmiştir.Alex,dürüstlüğünü yitirmiştir.Bir nevi kedi-fare oyunu,gerisini varın,siz düşünün...
       Alex,şiddeti bizzat kendisi özgür iradesiyle seçmiştir.Bir şeylerin eksik olmasından ötürü değil,kendi isteğiyle bunu yapmıştır.Şiddet güdüsü,doğuştandır.Her insanın içinde vardır.Öyle olmasa filmdeki diğer karakterler de karşı şiddeti söz konusu kılmazlardı.Ayrıca hapisteki din görevlisinin:''İyilik bir seçimdir.'' kanısı 'özgür irade' kanımızı ne denli doğruladığını söylememe gerek yok.Keza,yilik bir seçimse; kötülük de bir seçimdir.Kötülük,her zaman varolmaya devam edecektir;maalesef ki durdurulma şansı pek güçtür...
        Bu filmle beraber şiddet güdüsünü biraz da kapitalizmin ve onun araçlarının tetiklediğini daha net bir şekilde görmüş olduk.Stanley Kubrick de bazı fenomenlerle,metaforlar yoluyla bunu güzel bir şekilde eleştiriyor.Özellikle de devletlerin şiddet karşısındaki yaptım oldumcu tavırlarınını üstadımız güzel bir şekilde yeriyor.
         Filmi izleyenler olarak Alex'e eminim hepimiz o saf kötücüllüğüne ve kötülüğüne karşın üzülmedik mi?!Şahsen ben çok üzüldüm,karşı şiddetten ötürü.
        Kitapta Alex,15 yaşında bir gençtir hayvanlara eziyet eder,kendinden küçük kız çocuğa tecavüz eder.Filmde ise daha büyük olması,kitaptaki bu küçük kıza tecavüz,hayvana eziyet hallerinin gösterilmemesi elbette ki ahlaki,etiksel birtakım tercihlerin ürünüdür.Alex'in fazla zorba olması boşuna değildir.Eğer iyi ile kötü arasında ortada bir yerlerde olsaydı Alex,belki de filmin bu denli içine giremeyecektik.Böyle olması filmi çekici yapan unsurlardan.1.ağızdan aktarım da yine filmi oldukça etkileyici kılmış.Bilhassa Malcolm Mcdowell bence olağanüstü bir seçim.Düşünüyorum da acaba ondan daha iyi oynayabilecek bir oyuncu çıkar mıydı?
        Filmde,Alex için yapılan İsa benzetmesi de ayrı bir tuhaftı.Odasındaki İsa heykelleri,filmin ikinci yarısında,tıpkı Hz.İsa gibi şiddete maruz kalması...
        Klasik müziğin filmde yerli yerinde kullanılması beni çok mutlu etti bir klasik müzik sever olarak.Şiddetin en doruk anlarında bir beethoven çalması;şiddetin kişi üzerindeki kötücül etkisini minimize etti.
        Stanley Kubrick'in detaycılığı ve geniş planlı sahne çekimi de daha az yorularak daha dikkatli bir şekilde filmi seyretmemde etkendi.
        Devletin,özgür iradeye müdahale ederek,kısacası insanı yok sayarak şiddeti elimine etmeye çalışması beni ciddi manada dehşete düşürdü.Düşünsenize,devletin en temel duygularınıza,kişiliğinize sekte vurması.Devletin,yaptığı robot insan tipinin de topluma yansımaları içler acısı olmuştur.Şunu unutmayalım ki devletlerin her zaman varoluşları için bir düşmana ihtiyaçları vardır.Filmde bu ihtiyaç suçlulardan karşılanmıştır.
         Cezalandırma yetkisini Thomas Hobbesvari devlete devretmek ne kadar rasyonel?En azından filmde,hiç de Thomas Hobbes'un dediği surette olmamıştır.Aslında bakıldığında,devlet-ceza,devlet-birey ilişkisi filmde,oldukça keskin ve serttir.Filmde hükümet,bırakın cezalandırma yetkisini eline almayı,bunun yanısıra insanların en temel haklarından birine(cinsel özgürlük)hakkına bile müdahil olmaktadır.Devlet,cezalandırma yetkisinin ötesinde,insanları tektipleştirme yoluna gitmiştir.
        Tıpkı otomatik portakaldaki gibi karanlık,distopik bir gelecek maalesef bizleri bekliyor.Hatta şuanki durum Otomatik Portakal'da tasvir edilen durumdan pek farklı da değil açıkçası.Kapitalizm gibi sert,acımasız,insan karşıtı bir düzen varolduğu sürece maalesef otomatik portakaldaki gibi dehşet verici gelecek portresi her zaman bir tehlike şeklinde müteşekkil olacaktır.Bu anlamda filmdeki atmosfer,1984 romanındaki gelecek atmosferi ve çıkarımından çok da farksız değil.
        Filmin sonunda devletin,tükürdüğünü yalaması ayrı bir parodi ve ironiydi.Ama bu bizim otomatik portakal olma yolunda emin adımlarla ilerleme durumumuzu engellemiyor.Toplum olarak şirazemizin kaydığını düşünüyorum.Gün be gün cinayet haberleri,tecavüz haberleri,şiddet içerikli haberler,vs bizi delirtiyor,korkutuyor,insanlığımızdan çıkarıyor...
         Dostlarım bu kitap ve film bize ihtardır.Lütfen bu ihtarı dikkate alalım...
        Anthony Burgess'a bu atmosferi bizlere yazın olarak tattırdığı ve bu muhteşem yazını da sinemasal anlamda bizlere realize eden üstad Stanley Kubrick'e ne kadar teşekkür etsek azdır!
        Bir dahaki yazıya dek görüşmek üzere,esenle kalınız.

Kaynakça:
1-michaelsikkofield.blogspot.com.tr
2-http://johncazale.blogspot.com.tr/2011/11/clockwork-orange.html
3-https://www.andante.com.tr/tr/4561/Otomatik-Portakal-siddet-Ve-Beethoven
4-http://filmhafizasi.com/a-clockwork-orangebir-toplum-ironisi/
5-http://hayalkahvem.blogspot.com.tr/2009/01/stanley-kubrick-otomatik-portakal.html
6-ana britannica temel ansiklopedisi
7-wikipedia.org
8-http://filmbagaji.blogspot.com/2014/11/a-clockwork-orange-otomatik-portakal.html
9-Thomas Hobbes-Leviathan
10-https://www.academia.edu/7945028/A_Clockwork_Orange_%C3%9Czerine_InTurkish_

4 Mayıs 2016 Çarşamba

3'ü ''1'' arada:The Corrs!

    Gerçekte 3'ü bir arada değil,''4'ü 1 arada'' olan;fakat benim nazarımda sadece üç güzelin bir arada olması gerektiği;abileri Jim'in ayrımsanmasının lazım geldiği,1991 Dundalk/İrlanda çıkışlı muhteşem pop rock grubu.Bakmayın böyle dediğime abileri de en az kız kardeşleri kadar harikulade bir müzisyen...Jim'ciğim kızma bana lütfen,kardeşlerin o kadar güzel ve etkileyiciler ki sen biraz yancı gibi kalıyorsun be hacım...
     İsmiyle müsemma olduğu üzere grup üyeleri o kutsal Corr soyadını taşıyan dört kardeşten müteşekkil.Totalde 6 stüdyo albümleri var ve bana göre hepsi çok güzel;ancak 90'larda söz konusu olan albümleri sanki bir tık daha iyi,2000'lerde çıkarttıkları albümlere nazaran.Elbette bu benim kişisel fikrim bir 90s sevici olarak...
     Şarkılarını dikkatli bir şekilde dinlerseniz cidden İrlanda havası solumuş gibi hissedersiniz;çünkü ezgileri biraz da folk tadında ve epey dinlendirici...
     Sizlere biraz da grup üyelerini takdim etmek istiyorum.Andrea Corr:Grubun Frontwoman'i,metalci tabiriyle anavokali,lead vocal'i.Cidden,Allah sanki bu kadına fazladan mesai harcamış gibi.Kadının hem kendisi hem de sesi güzel;şansın bu kadarı...Şarkılarda daha çok Andrea'nın ağırlığı hissediliyor bana göre;çünkü sesi o kadar kadifemsi ve meleksi ki...Vokalinin yanında İrlanda'nın yöresel çalgılarını şarkılarda çalmayı ihmal etmiyor bu güzellik tanrıçası.Sharon Corr:Kardeşlerin en yücesi ehehehe.Kemanıyla güzellikler yaratan,gruba ciddi manada renk katan abla kişisi.İrlanda ezgilerini şarkılarda o enfes kemanıyla o kadar güzel hissettiriyor ki hayran kalmamak mümkün değil ayrıca en az Andrea kadar güzel...Caroline Corr:Grubun bateristi.O da davuluyla çeşni olmayı ihmal etmiyor ve en az kız kardeşleri kadar güzelliğiyle parmak ısırttırıyor.Jim Corr:ah Jim'cim ah...Aslında cidden iyi bir müzisyensin,iyi gitaristsin;fakat kız kardeşlerinin gölgesinde kalmışsın gibi biraz sanki.Haksız mıyım Joe?Bu menfi durumu bir yana bırakırsak Jim cidden gitar tınılarıyla gruba ayrı bir hava katıyor.Duygusallığı,müzikaliteyi epeyce hissettiriyor dinleyiciye.Sadece tek dezavantajı güzel mi güzel kız kardeşlerinin yanında biraz sönük kalması.''Kahpe kadar sen bana ne zaman güleceksin?!Ah bir joker bu ele ne zaman vereceksin?!'' nidalarını duyar gibiyim Jim'ciğim;ama merak etme biz seni The Corrs fanları olarak en az kız kardeşlerin kadar çok seviyoruz.Dipnot:Jim,kardeşlerin en büyüğüdür.Bildiğin abi.Ama az biraz o ağabey havasını bize tattırsaydın be kardeş?!
        Grubun benim fikrimce efsane olmuş şarkıları arasında,only when i sleep,breathless,not forgotten,rain,runaway,remember,dreams,even if,collapse,what can i do,humdrum var.Tavsiyemdir sizlere..Mtv unplugged çalışmalarını da lütfen dinleyiniz.Pişman olmazsınız.Kulak paslarınızın silinmesi de benden garanti.Michael Sikkofieldvari sözümüz senettir;karagümrük çocuğuyuz abey...
        Grubun yaşadığı sıkıntı:güzelliklerinin,müziklerinin önüne geçmesi.Suç onlarda değil ki;onları güzel mi güzel;yetenekli mi yetenekli,on parmakta on marifet yaratan güzel Allah'ta...
        Allah,bildiğin bunlara yürü ya kulum demiş... 
        The Corrs,90'lara cidden fırtına gibi girmiş;ancak maalesef 2000'li senelerde eski ışıltısını kaybetmiş bir grup.Bahtları kendileri gibi güzel olmamış;keşke olsaydı.Saman alevi misali...
        Bir sonraki yazıya kadar şimdilik hoşça kalınız...